16 Şubat 2009 Pazartesi

YENİLİKÇİ MİYİZ GELENEKÇİ MİYİZ?

YENİLİKÇİ MİYİZ GELENEKÇİ MİYİZ?

Bazı eskilere,(gelenekçilere) yenilikleri kabul ettirmek çok zordur. Onlar için savundukları bazı mefhumlar, değerler hakkında söz dahi söylenemez. Evet, öyledir, bazı değerler hep bakidir, tadiline izin vermek doğru olmaz. Ama bazı değerler yenilendikçe, kendini daha çok muhafaza eder

Ama onlar bazı şeylere taassup namına öyle değer verirler ki. Oysaki bazen yenilikler, eskiyi kemale erdirmek içindir. Eskiyi ortadan kaldırmak için değildir. Aksine…
Hükümler eskidir, ama izah şekli farklıdır. Küfür çağında ispat ve delil yöntemiyle kur’anı kerim tefsir edilmiştir. Zaten ;’’Mevlana bu zamanda gelseydi Risale-i Nur’u yazardı…’’demiştir asrın bediisi

Kimilerine göre ise, yenilik eskiyi ortadan tamamen kaldırmaktır. Yenilikçi olmaya aklınca(!) islamı gericilik olarak kabul etmeye ve ettirmeye çalışarak başlarlar. Bu görüşte olanları gören gelenekçi kesim ise, yeniliği tamamen bid’a olarak görür, birçok güzelliğin önüne sed olmaya çalışır. Ve bunu gören yenilikçi kesim gelenekçi kesime savaş açar…

Kavramlar karıştı. Çünkü bu iki kavramı herkes kendi fikrine göre yorumlamış vaziyette. Bu karmaşadan çıkıp karmaşık olmayacak bir vaziyette anlatmaya çalışırsak;
Yenilikçiler ikiye ayrılıyor.
1-Eski olan hiçbir şeyi kabul etmemek adına islamı bile tahkir edecek kadar taasupkarane davrananlar
2-Eskiyi kabulle beraber daha güzel bir şekilde sunulması için yenliklere açık olmaktır

Her peygamber her müceddit yenilikçidir. Davaları tevhiddir, eskidir, aynıdır. Ama teferruatta farklıdırlar. Şeriatları farklıdır.2.kısım yenilikçilere dahildirler.
‘’ Asırlara göre şeriatlar değişir; belki, bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat, teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır.’’(sözler447)
Yenilik eski güzellikleri kemale erdirmek içindir dedik. Aynı zamanda yenilik eski çirkinlikleri de tamamen ortadan kaldırmak için olmalıdır. Yenilik, güzellikleri kemale erdirme ve çirkinlikleri ortadan kaldırmak içindir. Yoksa bazı ehl-i dalaletin sandığı gibi yenilik geride kalan her şeyi kaldırma adına islamı kaldırmak değildir! Küfür davası da iman davası gibi eski bir davadır. Ama küfür esfeli safilin çukurlarına tekerlendiren insana hiçbir şey kazandırmayan. Yenilenmeyen batıl bir davadır. İman ise, yüz yirmi dört bin peygamberce tekrar tekrar yenilenerek anlatılmıştır. Ve islamda kemalini bulmuştur’’bugün sizin dininizi kemale erdirdim’’(maide süresi3)…
‘’her yüz senede cenab-ı hak bir müceddid-i din gönderiyor’’Hadisi şerif

Peygamberler yenilikçi oldukları gibi, onların varisleri olan âlimlerden gönderilmiş mücedditlerde yenilikçidir. Zaten müceddit yenileyici anlamına gelmektedir.

Mücedditlerin vazifesi nedir? Onlar hâşâ dini, eski bulup yenisini mi getiriyorlar. Asla! Ki en mukaddes değer dindir. Dine dahi yenileyici bizzat Allah tarafından gönderiliyorsa eğer, niçin her yeniliği eskiyi ortadan kaldırma olarak anlarız? Her mücedditin amacı,asra uygun islamı anlatmaktır. Dava eskidir, ama tavır yenidir.Üstadımız küçüklüğünden itibaren yenilikçi olmuş ve yeniliğe açık olmuştur.15 yıllık medrese eğitimini 15 haftada bitirip,kısa ve yeni yolu daha o zamandan bize bildirmiştir.
’’ Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hadimleri, emr-i dinde müptedi değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden birşey ihdas etmezler, yeni ahkam getirmezler’’(şualar577)

Ve peygamberler geldi, mücedditler geldi.Ahir zaman müceddidi de geldi. Artık yenilik ruhunu biz hizmetlerimizde göstereceğiz inşaAllah. Yeni hizmet tarzlarına taassupkarane ‘’nerden çıktı’’yerine tahkikane ve insafane bir düsturla bakmayı bilmeliyiz. Yoksa hizmet eden kardeşlerimizi ‘’enaniyet ve sadakatsizlikle’’suçlamış oluruz.Ve ihtilafa düşüp cesareti ve kuvveti dağıtıp bilmeyerek ehli dalalete yardım etmek istemeyiz değil mi?...

11 Şubat 2009 Çarşamba

ŞİMDİ HAYKIRIN TÜM ÇIPLAK OLAN KRALLARI

ŞİMDİ HAYKIRIN TÜM ÇIPLAK OLAN KRALLARI
Kral çıplak hikâyesini herkes bilir. Niçin susulduğunu da herkes bilir. Hayatta hep görürüz aslında çıplak kralları. Ama söylemeyiz. Daha doğrusu söyleyemeyiz…

Sizce niçin söyleyemeyiz? Bana dokunmayan yılan bin yaşasın dediğimiz için mi? Yoksa milletin etlisiyle sütlüsüyle uğraşmam bahanesiyle mi? Yoksa kalbi kırılmasın deyip, yüce Rabbin rızasını kaale almayarak mı? Yoksa başım belaya girmesin düşüncesiyle mi?

Bir gün çıplak bir kral görürseniz çekinmeyin söyleyin. Her doğru her yerde söylenmez ama bazen söylenmesi gereken hakikatler vardır. Ve bunu gür sedayla yapmak gerekir. Pısırık olmaya değecek kadar uzun bir hayatımız yok. Düşman ayağını boğazımıza bastığı zaman düşmanın yüzüne tükürmeye değer ebedi bir hayatımız var. Ve orada mükafatımız var. En önemlisi rızayı ilahi var. Ve Daha bu dünyadayken aldığımız manevi zevk var, sürur var, varda var. Ama zillet yok. Adam gibi adam olmak var. Kim sever ki dalkavukları…

Kral çıplak deyin deyince ayıpları faş edin demiyorum. Ama söylenmesi gereken hakikatleri. Ve yapılan zulümleri göre göre sessiz kalmayın. Unutmayın ki sükûtta zamanla tasdike döner. Çünkü sessiz kalmayı kabullenmeyen insan zamanla yanlışları tasdik eder. Ve onlardan olur…

Ve şimdi haykırın tüm çıplak olan kralları!

Cehaletiyle hukukunu bilmeyip ehli hamiyeti dahi müstebit yapmak istemiyorsak...

H.z.Ömer’den dahi hesap soracak, Peygamber ashabı gibi olmak istiyorsak…

Dilsiz şeytan olmak istemiyorsak…

Zulme meyil bile göstermek ateşe koşmaksa…

Sükut tasdikse…

Haydi o zaman…

Geç bile kaldık

Teemmel!..

ZULME ÜLFET

ZULME ÜLFET
Zalimlere meyletmeyin. Aksi halde ateş size de dokunur. (Hûd Sûresi: 113)

Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin." (Bakara Sûresi: 2:41.)


Başörtüsüyle ilgili bir yazıya, şu ayetlerle başlamak istemezdim. Başörtü imtihanını geçtiğimizi söyleyip kızlarımızı, analarımızı, babalarımızı, yöneticilerimizi tebrik edici bir yazı yazardım. İmtihanı geçtiğimizi yazmak isterdim ve şu ayetle başlamak isterdim…
‘’ Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek suretiyle satın almıştır. (Tevbe Sûresi: 111.)’’
Karşılığında cennet verilse de,’’seve seve’’feda edilen bir dünya var. Asrın dehşetliği hastalığına mağlup oldu bu yasak. Ve geçemedik imtihanı… Sâri olan ‘’dünyayı ahirete tercih’’hastalığına tutulduk… Ve bu yasağa itaat ettik.

Önce zulüm gelir… İnsanlar ayağa kalkar ve bir sürü tepki. En güzel tepki, fiilen göstermektir. İmtihanı yaşayan için,boyun eğmemektir. Baba ve ana için evladına destek olmaktır. Ve ona doğru yolu göstermektir. Ve idareci için, bu zulme destek olmamaktır. Birlik içerisinde boyun eğmeseydik asla yasak bu kadar büyümezdi.
Mağdurlar için;
En büyük zülüm insana vicdan azabı yaşatmaktır. Buna vesile olmaktır. Bu zulme boyun eğenler için ‘’mağdur’’diyorum. Çünkü vicdanlarıyla hesaplaşmaktan bile kaçacak kadar kötü hallere girdiler. Ama mağdur sözü daha çok okuyamayan için kullanılıyor. Bence onlar mağdur değil muzafferdirler. Bu bir imtihansa ki hepimiz öyle inanıyoruz. Bu imtihanda dünya menfaatini ahirete tercih eden kazanmıştır… İşin ülfet kısmına gelelim, ilk başlarda bir mücahede ruhu vardı. Coşku vardı azim vardı. Çünkü direnişle yasağın biteceğine inananlar vardı. Ve birçok kişi okulunu feda etti. Ama direniş uzun sürmeyince, inançlar yeisle tükendi. Ve artık açmamak normalleşti. Arabadayken iki örtülü konuşuyor. Biri diğerine diyor ki;’’okumayı savunmuyor’’Birinden bahsediyor. Ve karşıdan sert cevap. Nasıl savunuyor ama… Artık değil direnme, değil mahcubiyet, açmanın gereğinden bahsedip,bir numaraları savunucuları olduk… Geçen gene bir konuşma ve bir ses’’Saçmalık okumamak’’…Evet sizce ülfet peyda etmedik mi? Nerde o mücahidin sözler. İnsan önce zulme tabi olur. Ve zamanla normal karşılar… Korkarım bir gün yasağı savunacak hale geleceğiz… Sükût ediyoruz artık çünkü.Bazen sükût sukuttur!
Yasakçıları dahi şaşırttık. Onlar dahi bu kadarını hesap edememişti. İlk İstanbul üniversitesine yasak gelince bile çekinmiştiler. Ve kırılan her zincire yenisini eklediler. Ve ehli hamiyeti dahi, müstebit yaptıracak kadar arttı bu yasak…

İdareciler için;
.Yasaktan nefret etmiş dahi olsa. Kılını kıpırdatmadı idareciler… Çünkü öyle bir yayıldı ki. Tuhaf olan yasak değil de. Başörtülü çalışmak ve okumak oldu. Örtüyle idare etmeyi göze alamadılar. Ve istemeyerekte olsa ‘’ehli hamiyet’’dahi olsalar müstebit oldular. Ve kimisi ‘’dindar’’kimliğinden o kadar korktu ki, bir solcu kadar özgürlükçü olamadı. Gözler üstündeydi. Çünkü…

Ve şefkatini yanlış kullanan valideynler!
Bu asırda şefkatini yanlış kullanıp, musibetleri kader cihetiyle hak eden valideynler!
Asırların tabibinin sözü yeter!
‘’ şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. "Oğlum paşa olsun" diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, "Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?" diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.’’(lem’alar201)
Dünyadaki gelecek korkusuyla, çocuğunun üzerine titreyen valideynler! Asıl gelecek ahiret değil midir? Endişe-i istikbalin şiddetli şekilde verilmesinin nedeni ahiret için değil midir? Dünyevi vaatlere inandığımız kadar Sadıkul va’dil eminin vaadine inanmıyor muyuz? Yoksa…

Ve ‘’bana dokunmayan yılan bin yaşasın’’deyip susan vatandaşlar!

Bir şeairin kaldırılmasına karşı nasıl susarsınız. İnsan önce susar, sonra meyledebilir zulme dikkat!

Zalimlere meyletmeyin. Aksi halde ateş size de dokunur. (Hûd Sûresi: 113)

‘’Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler’’(İbrahim süresi3)

Nefsine muhalefet edenlere müjdeler olsun!

Not: Yazı çok sert gelebilir. Ama artık ülfetten başımızı kaldırmamız gerekiyor. Artık normal karşılamayalım. Me’suluz. Gafil kafaya bir tokmak gerek değil mi?...

9 Şubat 2009 Pazartesi

YEİS VE RAHMET

YEİS VE RAHMET
Yeis, insanı yaşıyorken mevta hükmine getiren, İslam âlemini geri bıraktıran nedenlerden biridir. Her kemalata manidir. Şeytanın en çok istimal ettiği silahlardan biridir. Ve en kötüsü Rahmetine itimadı kesmektir. Sonuna kadar açık olan tövbe kapısını varlığını inkârdır… Günah işleyen insan yeis zindana mahkûm olmamalı, tövbesini beraatının hak olduğunu bilmelidir…

İnsanda bulunan nefsi emmare her daim kötülüğü emreder ve insan ölünceye kadar iki sesi beraber işitir.’’yap’’ ve ‘’yapma’’.Tercihler önüne sunulur, imtihan dünyası bunu gerektirir. İnsan, ise hem hayra kabil hem şerre kabildir. Nefsini şeytanı ve şeytanın arkadaşlarını dinlerse şerre kabil. Vicdanını ve Hak yolunun seslerini dinlerse hayra kabil. Yaşadığı müddetçe imtihanları bitmiyor. Bazen kazanıyor bazen kaybediyor. Ama yüce Rabbimiz sonsuz rahmetiyle bazen kayıp içerisinde kazancı ihsan ediyor. Tövbeyle kulunu affettiği gibi, makamını dahi yükselttirebiliyor. Aczini zaafını daha iyi anlayıp O’nun kapısını çalan boş döner mi? Günah doluda gitse…

Hele bu cazibedar asırda ‘’seve seve’’ahirete tercih edinilen bir dünya varken. Hazır birazcık lezzet gelecekteki ebedi lezzete müreccahken, hissiyat akıbeti görmüyorsa… Ehli din dahi bu vartadan tamamen kurtulamıyorsa, günahlar cazibedarsa… Günahlar bin taraftan hücum ediyorsa… Günahtaki cazibe insanı kendine çekiyorsa ve zamanla içine girince kendine âşık ettiriyorsa…(Risaleinurun sadık sebatkâr talebeleri ancak dayanabilir bu hücumlara. Risaleinurdaki mizan ve muvazeneler sayesinde. Çünkü aynı lezzetinde elem gösteriliyor)

Yanlış anlaşılmasın… Günaha girmemek elimizde değil demiyorum. Ama bu asırda şeytanın arkadaşları çok. Ve her an günahlara girebiliyoruz. Demek istediğim,günah işledikten sonra yeise girmememiz lazım. Çünkü yeis, günaha devam ettirmekten başka neye yarar?’’Ben müflisim bittim, artık benden adam olmaz’’düşüncesi doğar. Ki bu düşünce insanı kulluktan alıkoyar. Zaten bittim diyen bir insan, yeni sayfa açar mı hayata… Günah işledikten sonra saydığım olumsuzlukları düşünüp, işlediği günahın(Günahı kebire dahi olsa)imansızlıktan gelmediğini bilir.

Bütün günahları işlemiş dahi olsa Tevvab abdini tövbeye çağırıyor. Hangi günah olursa olsun, tövbe edilmişse, tövbe karşılığında affı vaad ediyor. Hatta isimleri bunu gerektiriyor’’her bir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ, Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusûrâtın bulunmasını iktiza ettikleri gibi,’’(lem’alar19)…

Evet, o zaman günahtan sonra yeis olmamalı. Sadıku'l-va'di'l-emin vaadinden döner mi? Hâşâ ve kella. Geçmişi geleceğe getirmek mümkün mü? Yapabileceğimiz tek şey; Rabbe özürdür ve bir daha yapmamaya söz vermektir. Zaten günahtan sonra Rabbin istediği de budur. Günah işledikten sonra, tövbeyle rahmetine güvenmek esastır. Ama dikkat tövbeyle. Yoksa Rahmetine itimad edip, günaha devam affa müstahak olmaz. Bu rahmetten ziyade celalini, izzetini hafife almaktır…

Arada çok ince bir çizgi var. Günah işleyen için, tövbe edip rahmete itimad etmek esastır. Yoksa yeise duçar olursak, maazallah rahmetini ittiham etmiş oluruz. Günahın içinde olup tövbe etmeyen için ise, gene bir ittiham var ama celaline izzetine, adaletine…

Ve daha bir günahı işlemeden günahı işlemeyi düşünüp, affına güvenmek ne kadar doğrudur? Günah işleyen için vukuat olmuştur. Maziyi geri döndüremez… Yapabileceği tek şeyi(tövbe) ister Rabbi… Ama henüz düşündüğü günahı işlemeyen için ise Rabbin istediği gene tek bir şeydir. Günaha girmemek…

Kimisi tövbeyle rahmet kapısını çalabilecekken çalmıyor. Yeisle…

Kimisi ise, henüz işlemediği günahların hesabını yapıp Rahmetine güveniyor…

İkisi de yanlış…

Rabbim günah işledikten sonra rahmetine güvenip tövbe edenlerden, günaha karşıda azabından korkup geri çekilenlerden eylesin…

Risaleinurdan bir pasajla bitirelim…

''Cenab-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücuduna ispat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yolu ile ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, "Cenab-ı Hak Gafurü'r-Rahimdir, hem Cehennem pek uzaktır" der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlup olur. İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalaletin dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-i meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevk eder. O muvazenelerden, Altıncı, Yedinci, Sekizinci, Sözlerdeki kısa muvazeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvazene, en sefih ve dalalette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Mesela, ayet-i Nurda, seyahat-i hayaliye ile hakikat olarak gördüğüm vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen, Sikke-i Gaybiyenin ahirine baksın.''(şualar582)

7 Şubat 2009 Cumartesi

KORKU MU SEVGİ Mİ?

KORKU MU SEVGİ Mİ?

Korku mu? Sevgi mi? Sizce… Bazısı korku der. Bazısı sevgi… Bazısı ise dengeyi önerir… Havf ve reca dengesini tavsiye eder. Peki, hem korku hem sevgi sığar mı aynı zamanda bir kalbe… Korku niçin olmalı? Sevgi niçin olmalı…
Hem korku hem sevgi olmalıdır. Bir kalp aşığını istediği gibi onu kaybetmekten de korkar. O zaman bu kalp, çam kozalağından ibaret olmayan bu kalp!İman ile öyle nurlanmalı ki ‘’mümin kulumun kalbine sığarım’’diyen Vedüd o kalbe sığmalı… Kalbin içi muhabbeti için yaratılmış ve şiddetli manevi cihazını yerleştirmiştir rabbimiz. Kalbi kendi sevgisi için sonsuz muhabbet edebilecek şekilde yaratmış. Çünkü sonsuz cemal ve kemal sonsuz muhabbet ister. ’’nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.(sözler)’’…Demek sevgi olmalıdır…
Evet ya korku, bu konuda bir kısmımız tartışırız. Korku olmaz… İnsan sevdiğinden korkmaz diye… İnsan korkmalı… Ama cehennemden yanmaktan ötürü nü? Cennete girememekten ötürü mü? En halis korku nasıldır? Rızayı ilahiyi kazanama korkusudur. İşte en halis korku budur! İnsan aşığını üzmekten ve kaybetmekten korkar ise hakiki maşuğunu üzme ihtimalinden dolayı titremelidir! Zaten böyle bir korku cehennemden halas eder.’’Sadece rızayı ilahi’’düşüncesi… Kolay mı? Değil. Herkesin helak olup sadece bilenlerin kurtulduğu, bilenlerden ise yaşayanların kurtulduğu, yaşayanlardan ise ihlâslı olanların kurtulduğu bir memleketin askerleriyiz… En uç noktada ihlâs var. Ve her an kaybetme korkusu da cabası…Ve ihlas,sadece rızayı ilahiyi istiyor.Ne cennet sevdasını ne cehennem korkusunu…
Kendi aşkı için yarattığı kalbi O’na adamalı!Aşkı O’na adamalı.Zaten hakiki sahip O.Emaneti hakiki sahibine vereceğiz sadece.Bize emanet edilen cihazlarımızı O’nun isteği doğrultusunda kullanarak emaneti ona vermeliyiz!Bu kalp O’nun sevgisi için emanetse emanet O’nadır…Emaneti teslim edememekten ise ödümüz korkmalı değil mi?
‘’havf ile reca arasındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara süluk edilsin, havf ile de, eğri yollara gidilmesin; ne Allah'ın rahmetinden me'yus, ne de azabından emin olunsun.’’(i.i)

ALLAH İÇİN Mİ SEVİYORUZ?

ALLAH İÇİN Mİ SEVİYORUZ?
Niçin seviyoruz?
Allah için mi?
Nefsimizi hesabına mı?
Mahlukatın zatı hesabına mı?

Bu sorulara cevap verebiliyor muyuz? Veriyorsak, cevabımız ne‘’Allah hesabına’’mı? Emin miyiz? Yoksa vicdanımızı rahatlatmak için mi? Bu cevap…
Allah için sevdiğimizi nasıl anlıyoruz? Hangi sonuçlardan anlarız Allah için sevdiğimizi… Evet, zamanın bediisinin 32.sözde sunduğu ölçüler takdire şayan…
Önce Akla gelebilecek şöyle bir suale cevap verelim’’Allah’ıda seviyorum, ama başka şeyleri de kendi zatları namına sevmemde ne sakınca olabilir’’...Allah’ı zatı hesabına, mahlûkatı da zatı hesabına sevmeyi isteyen nefistir. Allah sevgisini mahlûkatından ayrı tutmak… Olabilir mi sizce? Düşünün, elmayı seviyorsunuz, çok lezzetli buluyorsunuz,’’çok güzel çok seviyorum’’diyorsunuz. Nimeti görüp mün’imi göremeden istifade ediyorsunuz… Nimetten in’ama geçip, mün’imi hakikiyi bulamamak… Bize hediye getireni değil de, hediyeyi sevmek… Hediye sevgisini verenden ayrı tutmak… Oysaki hediyenin güzelliliği nisbetinde hediye getiren zat sevilir… Bu sadece bir örnek. Bu kâinatta bize her türlü hediyeyi ihsan eden zatı sevmeliyiz… Bize sayısız hediyeler ve nimetler sunan zattan gafil olup hediyelere perestiş etmek... Ne kadar doğru? Her ihsan O’ndansa ihsana olan muhabbette O’na olmalıdır. O’nun için olmalıdır…
Sadede dönelim. Allah için sevmenin ölçüsü nedir? Nasıl anlarız Allah için sevdiğimizi… Nur deryasından yudumladığım bazı katrelerden…
Dünyayı niçin seviyoruz?’’Ahiret ve cennetin muvakkat fidanlığı’’olduğu için mi? Yoksa keyif ve eğlence yeri olduğu için mi? Niçin seviyoruz… Sevmiyor muyuz yoksa…
Ahiretin tarlası ve esma-i hüsnanın nakışlarının tecelli ettiği bu mekân sevilmez mi? En büyük ticaret yapılacak olan bu mekân sevilmez mi? Bu iki yüzüyle… Ama Allah için nefret te edilir şu garip dünyaya… Çünkü hakiki manasıyla sevilmediği zaman insanı Allah’tan uzaklaştıran da dünyadır… Ve’’Dünya sevgisi hataların başı’’(hadis)olur…

’’leziz taamları ve meyveleri severim, peder ve valide ve evlâtlarımı severim, refika-i hayatımı severim, dost ve ahbaplarımı severim, enbiya ve evliyâyı severim, hayatımı, gençliğimi severim, baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfat ve esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?"(SÖZLER583)

Bir elmayı yerken elmayı mı severiz? Rahman ve Mün’im isimlerini mi? Annemizi babamızı onlara muhtaç olduğunuz zaman mı severiz? Yoksa onlar bize muhtaç olduğu zaman mı? Ayetteki hürmet emrine mi ittiba ederiz? Yoksa hayatlarını istiskal mi ederiz? Ya eşlerimizi genç ve güzelken mi severiz? Yoksa yaşlandıkça ebedi hayat arkadaş olduklarını düşünüp daha çok mu severiz? Ya hayatı niçin severiz? Sermaye olduğu için mi? Yoksa ‘’bir kere daha mı dünyaya geleceğim’’mantığıyla mı? Elimizde muhafaza edemediğimiz kat’iyyen gidecek olan latif gençliğinizi hissiyatınıza mağlup olarak gayrı meşru dairede harcayarak mı seversiniz? Yoksa terbiye-i islamiye ile baki bir gençliği kazandırdığı için mi?
Dostlar vardır salihtirler. Onları Salih amelleri cihetinde sevmek Allah namına sevmektir. H.z.Ebubekir’in H.z. Muhammed’e olan dostluğu bu sırdandır. Ensar muhacir kardeşliği gene bu sırdandır. Ve büyük zatlarıda amel-i Salih cihetinde sevmek lazımdır. Unutmayalım ki hala Hazreti İsa ve Ali’yi Allah namına değil de mecazi olarak seven ve helak olan birçok insan var. Zaten hadiste Hazreti Ali’ye denildiği gibi;
‘’Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ'ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle -hâşâ- 'ibnullah' dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir."(Mektubat107)

Aklıma ve kalbime en çok sorduğum soru'’Gerçekten Allah için mi seviyorsun''...Düşünüyorum düşünüyorum düşünüyorum...Ağır bir imtihan...Bir sevgi Allah için başlayıp Allah için devam etmiyor da olabilir...Bu yüzden her an imtihan her an cihad burada da söz konusu...Beklentisiz safi bir sevgiyi elde edecek miyiz?İhlâs ihlâs ihlâs....

O’nun için O’nun için O’nun için…

Kolay mı? Karşılıksız sevmek…

Karşılıksa,en büyük karşılık olan rızayı ilahi yetmiyor mu bize yoksa…

Bu yazı nefsimedir…

KENDİ ÖLÜMÜNÜ DÜŞÜNMEK

KENDİ ÖLÜMÜNÜ DÜŞÜNMEK
Ölüm, kelimesi dahi soğuk gelir bize. Her gün binlerce insan mezaristan ülkesine göçse de, tevehümm-ebediyet düşüncesiyle ölümü hep başkasında düşünürüz,’’ya kaybedersem annemi, babamı, ablamı, sevdiğimi…’’diye endişeleniriz… Ya elimizdeki en büyük sermaye olan,’’Dünya saltanatı’’dahi verilse geri gelmeyecek olan ömüre sahibiz…

‘’Rabıta-ı mevt’’İhlası muhafaza etmenin birinci esasıdır,
’’İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır’’(lem’alar)
Çünkü ölümünü düşünen, fani hayatını baki hayata feda etmeye yanaşmaz… Allah rızası çalışır, görüşür, işler… Bütün teveccühlerin kabir kapısına kadar olduğunu yakinen bilir… Çünkü ölümü düşünen insan fani için fenayı işlemez. Beka için fenayı terk eder… Çünkü ölümü düşünen insan, kendisinde olan ebed arzusunun ahiret için olduğunun farkındadır. Yoksa ebed arzusunun niçin verilmediğini keşfetmeyen insan tul-i emelle(emellerinin sonsuzluğu)ile baki hayatı fani hayatta yaşamak ister. Ve kendisine verilen bütün maddi ve manevi cihazları zararına nefsine satar… Emanete hıyanet eder,zarar içinde zarar eder.Ve kaybeder İhlâsı…Rızayı ilahiyi…

Her an çağrılabiliriz…
’’ gel, idam ilanını al, darağacına çık"…
Veyahutta "Daimî haps-i münferid pusulasını tut, bu açık kapıya gir"
veyahut "Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış. Gel al".
Kimsenin elinde yarının senedi yok… Ve elimizde müjde biletini aldığımıza dair kesin bir belgede yok... Gâh günahlarımızdan ürküyor havf ediyoruz… Gâh rahmetine, affına itimad edip recayla kapısını çalıyoruz… Ama kesin sonucu bilmiyoruz, bilemiyoruz… Çünkü büyük cihad olan, nefsin cihadı bitmiyor. Büyük zatlar dahi ahir ömürlerine kadar şikâyet etmişler nefs--i emmareden…

Çare ne? Kara kara düşünmek mi? Yeisin karanlıklarında atalet zindanına hapsolmak mı? Yeis mani-i herkemalse ve hala ömrümüz varsa ve her günah tövbe edilirse affediliyorsa ve hala nefes alabiliyorsak, hala okuyabiliyorsak, namaz kılabiliyorsak, dua edebiliyorsak ve nice bir sürü hayra kabiliyetimiz varsa... Geç olmadan kolları sıvamak gerekmez mi?

Her ölüm haberini alan insanın ağzından çıkan sözlerdir;’’Dünya boştur’’,Değmiyor işte’’,’’aniden oldu’’,’daha çok gençti’’…Ve bu sözleri söyleyen her insan kendi ölümünü de düşünür. Ama maalesef, nisyandan alınan insan olarak çabucak unuturuz bu sözlerimizi… Ölümü evvela kendimizde düşünmek lazım… Ölümü düşünmeyenin emelleri bitmez, emelleri bitmeyen insanın ise ihlâstan pek nasibi olmaz. Emellerinin sonsuzluğuyla kendini dünyada ebedi zannetmeye başlar. Oysaki her nefis biliyor ki’’gelen gider, giden gelmez’’Asırlardır bu kanun böyle… Bu kanunu her nefis bilir, ama arzuların sonsuzluğu, insana bir sürü kötü hasleti işlettirmeye neden olur… Ve,dünyasını dünyasına harcayan insan kendi ölümünü düşünür mü? Düşünmese de, başını kuma soksa da… O an geldiği zaman nereye saklansa da ‘’ De ki: «Haberiniz olsun, o kaçıp durduğunuz ölüm, mutlaka gelip size çatacaktır; sonra O, bütün görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz de O size neler yaptığınızı haber verecektir.’’(Elmalılı Hamdi yazır)(Cuma süresi8.ayet)…

Ölümden kaçış yoksa, ve kabir kapısı kapanmıyorsa,ve her an çağrılabiliyorsak,kaçış yoksa ölümden…Ölüm düşüncesinden de kaçış olmamalı…Hatta ‘’lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çokca zikrediniz’’diyorsa en sevgili,ve en sevgili olan sebeb-i hilkati âlem dahi ‘’her nefis ölümü tadacaktır’’ayetince tadıyorsa ölümü kendimize neden yakıştırmayız ölümü..

Evet, öleceğiz, sonra asrımız ölecek ve sonra dünyada ölecek... ‘’Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki, akıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.’’(lem’alar)
Ölümü düşünmek ihlâsı kazandırır ve ihlâs rızayı ilahiyi. Rızayı ilahi ise, vaad edilenleri... En mühim davayı kazanmak ölümü düşünüp, ihlâsı kazanmakla elde ediliyorsa ölümü düşünmemek neden… Ölüm çirkin mi? Yok oluş mu? Bitiş mi ki…

‘’ mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir’’(mektubat13)

Ölüm,asıl hayata yolculuk ,elemsiz lezzete bir gidiş,fena ve fani olandan bir sıyrılışsa…Ölüme gülerek mertçe gitmek gerekmez mi?..Ölümün güzel yüzünü görmediğimiz için ,devekuşu misali başımız toprakta belki…Oysa risaleinurda ölüm o kadar güzel anlatılır ki,hayat insana ağır gelir…Ve bir pasajla bitirelim…

‘’ölüm, idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. Ve hâkezâ, bunlar gibi hakikatlerle ölümün hakikî güzel simasını gördüm ‘’(lem’lara26.lem’a)

Ehli iman olmayan için,ölümün güzel yüzü yoktur…Zaten ölümleri onlar için azabın başlangıcıdır…

4 Şubat 2009 Çarşamba

Dava Kardeşliği Nesebilikten Ötedir

Dava Kardeşliği Nesebilikten Ötedir
‘’ Siz, birbirinize en fedakâr, nesebi kardeşten daha ziyade kardeşsiniz. Kardeş ise, kardeşinin kusurunu örter, unutur ve affeder.’’(şualar304)’’

Üstteki ifade eğer yaşanılırsa ne kadar hak ve hakikat olduğu anlaşılır. Ve muhabettulah içindeki lezzeti ruhaniyenin ne kadar leziz olduğu anlaşılır. Kardeşini Allah için sevmek Allah’ı sevmektir. Bu yüzden muhabetullahtaki lezzeti ruhaniyenin lezizliği olarak değerlendirdim.

İnsan niçin sever nesebi kardeşini sizce? Hiç bir bağı olmasa hatta hiç görmemişse bile kardeşini karındaşı olması hasebiyle sever. Ve birçok dünyevi cihette rabıtaları var diye sever eğer ehli imansa aynı Allah’a inanıyor diye sever. Dava kardeşini niçin sever? Aynı davada beraber koştukları için, omzumuzdaki iman vazifesini her el atan birbirinin yükünü hafiflettiği için ve manevi şirkette bölünmeden her hisseden sahip olduğu için. Hatta öldükten sonra dahi defterinin kapanmamasına vesile olduğu için Ve ve ve…

Eğer ki bu cihetler galip gelmezse nesebilikten de öte değilse dava kardeşine muhabbet, her kusurda kalbe giriyorsa adavet, biz bu hakikati anlamamışız anlamışsak bile sindirmemişiz demektir. Sindirmediğimiz birçok hakikat gibi… Ve yahutta manevi bu kadar cihetin önemini hala derk etmemişiz.’’Her şeye rağmen sevgisi’’ni ehli dünya dahi dilinde dolanırken bu kadar manevi rabıtayı yok saymak örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz şeylerle uğraşmak ‘’ "Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve "Haysiyetime dokundu" demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim."Diyen üstadın talebesi olan bizlere yakışmaz! Eğer ki bu hakikatlere inanıyorsak yaşamalıyız .

Zaten risaleinurlar sadece okunmak için değil okunup fiiliyata dökülsün diye yazılmıştır.(maalesef birçok hakikati sindirmiyoruz çiğnemiyoruz ve kanımıza karıştırmıyoruz. Okuyoruz yani ağzımıza koyup çiğnemeden yutuyoruz. Ve sindirilmesi zor oluyor)Birçok hakikati sindirmeden amele dökmeden okuyoruz. Rabbim yaşamayı ve yaşayarak yaşatmayı nasip etsin. Ve iman kardeşliğini doruğunda yaşayan risaleinur talebelerinden eylesin…

AZİZ SIDDIK fedakâr VEFAKÂR CEFAKÂR OLMALIYIM

AZİZ SIDDIK fedakâr VEFAKÂR CEFAKÂR OLMALIYIM
Eğer okuyorsam üstadımın mektubunda muhataba bensem bana aziz diyorsa bu sıfata masadak olmalıyım. Öyle aziz olmalıyım ki izzetim için canımdan feragat etmeli ilayıkelimatullah için elinden geleni yapan şecaat sahibi biri olmalıyım. Arkadaş izzet şecaat ister. Cesaret fedakâr karlık ister. Fedakârlık vefakârlık ister. Ve dostum vefada cefa ister. Boşuna mı? Sıralamış üstadım. Aziz olursan eğer hepsi ardından gelir.
Bu dünyadan aziz olarak çıkmaya çalış diyen üstadım düşünüyorum da ne kar azizmiş. Bilmem gerek var mı söyleme gerek var mı Rus çarını anlatmaya, meclisteki tavrını, idam kararıyla karşı karşıyayken idamlıklar karşısında asılırken aslan gibi kükreyen üstadımı anlatmaya gerek var mı? Tarihçe-i hayatında yüzde biri anlatılır. Kendisi izin vermemiştir. Bir kısmına izin vermesinin nedeni ise insanların nura koşmasını ve koşarken tereddüt geçirmemesini istediği içindir. Senin gibi olabilmek imanıyla meydan okuyan zamanın bedisi olmak. Evet, onu bedi yapan en büyük özelliği imanıydı… Evet, hakiki imanı elde etmiş. Adeta meydan okuyordu. Hayatında bir taviz bile bulamazsınız. Araştırın onunla ilgili bütün kitapları okuyun. Bulamazsınız. Ve bu çağda onun gibisini bulamazsınız. O sadece zamanının bedisi değil bu zamanında bedisidir. Şahit milyonlar talebedir.
Kim onun gibi sadık olabilir. Sıddık nedir bilir misin? Aziz dostum!Sıddıklık davasına sadık olmaktır. Asla ve asla vazgeçmemektir. Lisanı hali ve nurlu siması sıddıkiyetini göstermelidir. Evet, ilk sıdık unvanını alan H.z.Ebu Bekir gibi arkadaş olmalıdır nurlara. Evet, onu sıddık yapan tereddütsüz imanıydı. Evet, teklifi götürür götürmez kabul eden H.Z.Ebubekir’i Sıddık yapan o lakabı taktıran bu fiiliydi. Evet, tereddütsüzlük ona en büyük siddık unvanını vermişti. Evet, biz davamızda hele ilk merhalesinde değilde gayş olmuşken tereddüt edersek bizden sıddık çıkmaz.
Fedakârlık en sevdiğim ulvi bir haslettir. Ama onun yerine birçok sözcükler kullanılmıştır neyse... Bazen de engel olmaya çalışırız. .’hey ona yardım etme alışır’ ‘bak sen yardım edersen disiplinsiz olur’ ah be dostum!Bilmezsin fedakârlığın disiplini olmaz ölçüsü olmaz. Üstadımız fedakârlığın azamisini göstermiş. Bizse yaptığımız birkaç basit davranışın hesabını yaparız. Bu dünyamı da feda ettim diğer dünyamı da diyen üstadı örnek almak dileğiyle…
Ah be dostum!Üstadımız demez mi müfritane irtibat dahi ifrat değildir. Biz değil müfritane tefritane münasebet kurduk. Geçti gitti.’iyi arkadaştı’ bu kadardır dostluğumuz.Fazlası olmaz. Olsa da bir iki yaparız. Fazlasında bunalır ‘o bizi arasın ‘deriz. Evet, herkes bu yazıyı okuduktan hemen sonra bir vefa örneği gösterip sevmediği bir arkadaşını arasın.
Cefa ‘anlamadım o ne yenilecek içilecek bir şey mi? Dediğinizi duyar gibiyim’Yok yok öyle demezsiniz değil mi? Cefa acı çekmektir. Aslında bizim çektiklerimize de cefa denilmez ya! Geriye dönelim. Çok geriye nihayetinde peygamberimizde(s.a.v.) geriye gitmiş. Hz. cercisi örnek vermiş. Derisi testereyle soyulan h.z. cercisi anmıştır. Zaten üstadımız da der. Bu zamanda az hizmetle çok sevap kazanıyoruz. Ve böyle az hizmetle çok sevap kazanan bir ecdat olmadığını ifade eder. Cefa öyle bir şeydir ki zevali lezzet verir.Aynı zamanda hüzün verir. Keşke biraz daha çekseydim daha çok sevap kazansaydım dedirir.Cefanın cazibesi yoktur aslında ama bir içine girdin mi çıkamazsın. Allah için çektiğin cefa seni aziz eder. Azizlikten kimse kaçmaz sanırım. Evet, bizim cefamız tutuklanmak değil artık devir değişti. Okumaktır, neşretmektir. Artık bizim vazifemiz nurların izah ve şerhleridir. Bu yolda çalışalım çalışalım çalışalım…

sorgulamak

orguSORGULAMAK
İnsan sorgular, kendisine verilen akıl sorgulamaya kabildir. Sorguladıkça yeni sorular çıkar karşısına ve sorgulamaya devam eder. Sorgucu olan ehli-fen asrında mukni cevaplar veren risaleinurlar lazımdır. Evet, insan sorgular kâinatı, Rabbi, peygamberi… Hazreti İbrahim gibi…
Eskiden dalaletler cehaletten gelirdi. Bunun yok edilmesi kolaydı. Zaten binden bir bulunurdu. Binden biri ise ancak ikna olurdu. Çünkü bildiklerini sanan cehli mutlaktaki varlıklardı. Bildiklerini sanan insanlar öğrenmeye karşı müstağni cahil insanların daniskasıdır. Cahil vardır.’’cahilim’’der… İlme açıktır. Bilmediğini bilir. Ama cahil vardır ki bildiğini sanar. Kalbini gözlerini kulaklarını küfürle mühürletmiştir. Fakat şimdi dalaletler fen ve felsefeden geliyor. Kendilerince ilmi dayanakları var. Onların örümcek ağından daha zayıf dayanaklarını çürütmek için ispat ve delil metodunu kullanmak lazım. İddialar delillerde çürütülür… Bu asır batıl iddiaların doruğa çıktığı bir asır. O zaman bu asrın müceddidi bürhanlarla cevap verecek. Delillerle aklı nurlandıracak kalbi mutmain edecek… Yoksa imanımız taklidi bir imandan ibaret kalır. Taklidi iman oturmamış imandır. Ne kalpte ne akılda hakkıyla oturmamıştır. En küçük bir taarruzda yıkılmaya mahkûmdur. Oysaki tahkiki imanda araştırıp sorgulayarak kazanılan imana ordular tehacüm etse, bir halt edemezler…’’Ne yani Allah’ın varlığını mı sorgulayacağız’’diye bir sual gelebilir. Bu soruya verilecek en güzel cevap şudur.’’hayır imanımızı sorgulayacağız’’…Eğer küfür kokan sözleri işitip cevap veremezsek sükût ederek tasdik etmiş olmaz mıyız? Ve yahut ta şüpheye düşmez miyiz? Ve yahut ta aklımıza kalbimize fenler tarafından konulan şüphelere cevap veremeyeceksek imanımız ne kadar kuvvetli? Risale-inur akıldaki kalpteki şüpheleri alıp götüren şiddetli bir rüzgâr gibidir… O rüzgâra karşı müstağni kalmak, kendi üflemesine itimat etmek…
Ve risaleinur bir kere okunup anlaşılacak eserler değildir. Çünkü ilimdir. Aklı doyurur. Marifettir, ibadettir tefekkürdü Ve dördüne de her daim ihtiyaç vardır. Her bir insan bir âlem ve her bir gün bir âlem. Bu yüzden her dün yeni âlemi başlar ve yeni sorular şüpheler vesveseler, ruh darlıkları… Bu yüzden her günü nurlandırmak lazım…’’zamanında çok okudum. İstifade etti, şüphelerim bitti’’demekle iş bitmiyor. Her âlem sorularla sorgularla dolu... Hakikat denizine dalıp şüphelerden kurtulmak varken, nefsimizin sorguları içinde boğulmak neden?
Ayrıca, malumunuz üzere yanlış anlaşılmasın. Din ilme karşı değil. Fakat dinle barışmayan hikmet dini ilme zıt buluyor. Ve küfür karanlığına mahkûm zulmetli münevverler kendilerini bilim adamı zanneden mezarı müteharriklerin, tabiata rablik verip buna ilim diyenlerin, sebeplere perestiş edip bunun adını da ilim diye koyanın, ilmi dinde yer almaz. Alamaz!’’ilim Çinde’de olsa gidiniz’’diyen bir zatın ümmetiyiz. İlayı kelimatullahın maddeten ilerlemeye bağlı olduğunu söyleyen bir üstadın talebeleriyiz. Her bir peygamber bir san’atta pir…

‘’elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir."(sözler239)
Anlaşıldığı üzere din ilme zıt değil aksine… O zaman ‘’halıkımızı bize tanıttırmayan muallimlere’’lere karşın biz Halıkımızı fenlerden soracağız. Mana-i ismiyle öğretilen her ilmi mana-i harfiyle öğreneceğiz.’’Ne güzeldir’’diyen her söze karşın’’ne güzel yaratılmıştır’’diyeceğiz… İlme din namıma karşı çıkanlara;
’’Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder’’Diyeceğiz… Fen namına sorulan küfri suallerin cevabını Risaleinurdan vereceğiz… Kalbimize ve aklımıza bir şüphemi takıldı? Hemen nurlardan cevap arayacağız. Okuyacağız okuyacağız okuyacağız… Nefis ve şeytanımızın dahi hakikatlere karşı teslim olmasını isteyerek. Önce cinni şeytanları sonra insi şeytanları susturmak için…İmanımızı sorgulayan insi ve cinni şeytanların imansızlıklarını sorgulayacağız…Küfrün belini kıracağız…Ve rızayı ilahiye nail olacağız…İnşAllah…

1 Şubat 2009 Pazar

Asrın İmamı

ASRIN İMAMI
Asrın imamı olmalıydı tıpkı imamı rabbani gibi. 1000 yıllık dalaleti temizleyen. imamı rabbaniden sonra küfür tohumları ekilmişti. Ve o tohumlar yeşerdikçe yeşeriyordu. Artık küfür çağı deniyordu çağa. Allah lafzı dahi yasaklanmıştı Müslüman ülkede…
Biri çıkmış eline ku’ranı kerimi almış. ‘soğutacağım ‘diyordu. Evet, küfür komiteleri hızla çalışıyordu. Bu durumda hele ahir zamanda Allah artık müceddidini göndermeliydi. Evet, üstat, bahar mevsimini bekliyordu.’her yüzyılda bir müceddit gönderilecektir’Hadisince hele ki bu asrı Allah asla mücedditsiz bırakmayacaktı. Bu asrın hastalığını iyi bilen reçete sunan biri olmalıydı. Ve yazmalıydı. Ve bunu da ihlâsla yapmalıydı! İhlâsla yapması için de içtimai hayattan soyutlanması lazımdı. Evet, beşer zulmetmişti. Ama kader adalet etti. İhlâsla amel yapabilmesi için onu gençlik hayatından sekerat vaktine kadar sürgünle mahkûm etti. Evet, onun kaybedeceği bir şey yoktu. Rabbinin rızasından başka. Ki en büyük kayıpta oydu zaten. İsteseydi ulema-issu gibi olurdu, krallar gibi yaşardı. Fetva makamına oturur. Islama göre değil de başkalarının ağzındakini İslam diye sunabilirdi. Mükâfatlar karşısında. Ama ‘hayır’dedi. O sadece bir cereyandan yanaydı. İmanın cereyanından…
Ne istemişler ondan? Hesaplarına uymamıştı. Korkmuştular ondan. Haklıydılar korkmakta nurun nüfuzu gördükçe tamirini gördükçe tahribatçılar dehşete düştü. Saldırdılar sürdüler. Tutukladılar. Ama ne oldu. Bomboş uğraşlar. Beraat beraat beraat! Demek zorunda kaldılar. Evet, avukat tutmak isteyen kuranın bu asrındaki tefsirini tutsa kâfidir. O kendini müdafaa etti.
Şimdiki Müslümanlara ne oluyor da saldırıyorlar. Allah aşkına anlayan varsa söylesin. Düşmanı dahi münkir dahi hatta sarhoş dahi bu kadarına cesaret edemezken size ne oluyor? Ne istiyorsunuz? Üstattan talebelerinden ve nurdan. Davamız Müslümanlık diyorsunuz. Amma hiçbir menfaat değil de sırf Allah için çalışan bu abdlere sataşıyorsunuz? Kolay değil hizmet. Bu devirde cebinden çıkarıp bol keseden vermek! Acaba düşündünüz mü? Bu insanlar niçin bu kadar para harcıyorlar’hizmet’diye. Ve niçin saat yer dinlemeden koşuyorlar’sohbet ‘Diye?
Bu şahısların bir tenkidi var ki beni dehşete düşürür. Niçin kuran değil. Hey insan! Sen bilmez misin? Nuru kuran için okunuruz?(Ve zaten ayrıca kuranı da mealini de okuruz) Yoo, sen çok zekiysen tefsire ihtiyaç duymuyorsan. O başka. Emin olun öyle diyenler nur talebelerinden daha çok ayet biliyor değiller. Ben nurla yüzlerce ayet ezberledim.
Konu dağıldı. Seni anayım derken dertlerimi andım. Ah be! Üstadım biz dünyalıklar hiçbir şeyden vazgeçemezken ahiretinden dahi vazgeçen senin kıymetini bilemedik. Hakkıyla okuyamadık nurunu. Hakkıyla yaşamadık. Kader de başkasıyla tokat attırdı bize. Üstadım ruhun şad olsun! Peygamberle karşılıklı tahta kurulup konuşmak bize de nasip olsun! Ah üstadım. Benim yüzüm yok söyleyiver de peygambere bu akşam senle gelsin rüyama! Ah be üstadım seni anarken bile menfaatimi kullanıyorum. Seni çok ama çok seviyorum. Sen seni beğenenleri beğenmesen de ben seni beğeniyorum. Zaten beni beğenmezsin üstadım. Ruhuna binler fatiha…

ADAMLAR İSTER!

ADAMLAR İSTER!
Sadakatte kene gibi, metanette çam dağı gibi, sabırda güçsüzlüğüne rağmen azimle çalışan kaplumbağa gibi olacak adamlar ister bu hizmet!Gerekirse anadan yardan diyardan vazgeçecek ve vazgeçmişliğini bile düşünmeyecek adamlar ister bu hizmet!Rızayı ilahi dışında hiçbir şey düşünmeyen’’O razı olsa tüm dünya küsse ehemmiyeti yok’’düşüncesini kendine düstur eden ‘’Acaba o benden razı oldu mu? Düşüncesini bastıran,(yok eden demiyorum nefis öldürülemediği gibi nefsin istediği davranışlarda bastırılır. Bu yüzden nefisle mücahedeye büyük cihad denilir ya!)adamlar ister bu hizmet!Çile çektikçe ‘’hel min mezid’’yani daha yok mu? Diyen, her çileyi bir terakki vesilesi bulan ve musibette dahi sabır içinde şükreden adamlar ister bu hizmet!‘’Hizmetin gecesi gündüzü yok ‘’diyen, her an nerede bulunması gerekirse orada bulunmayı hayati vazife addeden ,’’benim bildiğim Zübeyir başıda gitse derse katılır’’diyen üstadına talebe olmaya layık adamlar ister bu hizmet!‘’Her an davamı nasıl anlatırım’’Düşüncesiyle durmadan koşuşturan ‘’of’’bile demeyen. Ki demeye vakti bile olamayacak adamlar ister bu hizmet!Rahmetli Nazım gökçek ağabeyin dediği gibi ‘’Bul yol aşk ve çile yoludur’’Diyen adamlar ister bu hizmet! Hizmette yüz adım ileri ücrette yüz adım geri giden adamlar ister bu hizmet! Nefsine binip at gibi koşturan Kur’an ahlakıyla ahlaklanan nebiye benzeyen adamlar ister bu hizmet!.. Sahabelerin isar hasletini yaşayan bu asırda iman hizmetiyle asrısaadeti andıran Ehlisüffe gibi terki dünya eden has adamlarda ister bu hizmet!Dava aşkında, çilede sadakatte metanette feragatte fedakârlıkta adeta birbiriyle yarışan adamlar ister bu hizmet!... Ömrünü daha çok hizmet yapabilecek arkadaşlarına adayabilecek kadar fedakârlık yapan adamlar ister bu hizmet!...Selam ve dua ile...

Muhabbete dair

Muhabbete dair

Muhabbet güzeldir... Dünyadaki iki yolun yolcusunun ayrıldığı nokta imandır. İman yolunun en kıymetli azığı ise muhabbet. Diğer yolun yolcusu ise adavetle azığını yani sermayesini boş yere tüketir…
Nasıl olurda muhabbet en kıymetli azık olur? İman nedir? İnanmaktır, kalben bağlanmaktır. O’na iman, O'nu tanımayı beraberinde getiriyor. Tanımak ise muhabbeti… Risale-i Nur'dan bir pasajla devam edelim…
’Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.‘’
İman muhabbeti getiriyor. Nasıl oluyor? Evet, önce kul ‘’Amentu billahi’’der. Sonra amentu dediği Zatı tanımak ister. Çünkü ‘’Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Tanıması ise isimlerini sıfatlarını tanımasıyla olur. Ve muhabbet devresi başlar…
İman ve marifetin meyvesi olur muhabbet. Ve insan lezzeti, meyveyi yediği zaman tadar. Ve muhabbet meyvesi’’lezzeti ruhaniye’’yi verir. Bu yüzdendir ki mü’min bu dünyada madden zindanda olsa da manen cennettedir. Bu yüzdendir ki hakiki ve elemsiz lezzet sadece imandadır…
Son cümleden sonra biraz yeis sardı ruhumu doğrusu. Çünkü dünyada elemi bazen son hadde kadar yaşadığımızı düşünüyoruz. Acaba hakkıyla tanıyamadık mı? Yoksa hakiki ve elemsiz lezzet derken, her anı kast etmiyor mu? Uhrevi işlerdeki lezzet midir söz konusu? Velhasılı kelam iman ve marifetin meyvesi olan muhabbeti kedersiz ve elemsiz lezzetle yemenin yolu, uhrevi işlerle uğraşmak… Yoksa dünyaya daldığımız miktarda elemler ve günahlar daha bu dünyadayken kalbimizi kanatır… Sadede geleyim…
Küfür yolunda da muhabbet vardır. Çünkü insan kendisine verilen bu manevi cihazı alaküllihal kullanacaktır. Fakat bir fark vardır. Küfür yolunda adavet edilmesi gereken şeylere muhabbet vardır. Muhabbet edilmesi gereken şeylere adavet vardır. İman yolunda ise tam tersidir… Küfür yolunda muhabbeti başına beladır. Çünkü âşık olduğu her meta elinden gider… Adaveti başına beladır. Hasedi kendini yer bitirir…
Evet, küfür yoluna layık muhabbet ve adaveti acaba kalbimizde besliyor muyuz?Bi soralım kendimize…