19 Mayıs 2009 Salı

BAĞLANMAYACAKSIN!


Can Yücelin;
‘’ Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne…’’
Şiirinden ilhamen risaleinur deryasından yudumladığım bazı hakikatlerin katreleri…

Çok güzel hakikatleri anlatan içli bir şiir. Risale-i nur penceresinden bağlılık olayına baktığımız zaman, görüyorum ki; Üstat meseleyi en ince ayrıntısına kadar anlatmış. Ve çözümü de sunmuş. Ve şiirdeki manevi hastalığı keşfetmiş ve reçeteyi sunup aklı ve kalbi tatmin etmiş. Elhamdülillah en önemli hakikatlerden bihaber olmamak büyük ni’met…

Allah, insanın kalbinin içini kendi muhabbeti için yaratmıştır. Çevresini ise sair şeyler için yaratmıştır. Daha doğrusu diğer şeyleri Allah namına sevmek için yaratmıştır diyebiliriz. Çünkü, mana-i ismiyle olan sevginin,kalbin çevresine dahi liyakati yoktur.

Nedir? Kalbin içi ve çevresi. Vedüd,kalbin içine şiddetli muhabbet cihazını yerleştirmiştir.Çevresine ise hafif muhabbet cihazını yerleştirmiştir.Bağlılık ise şiddetli muhabbetin tezahürüdür.O zaman şunu net ifade etmek gerekir ki,Rab her kula şiddetli bağlılık hissi vermiştir.Ve kendisi için verdiği bu cihazı,insan alaküllihal kullanacaktır.Ya Hakka ya halka…

Ve… Bağlılık yani vurgunluk… Ve bağlılığın mertebeleri; Meyil, ihtiyaç, aşk, incizap. Her biri katlanınca diğerini netice veriyor. Ve katlanılan mahal kalp. İncizap, aşkın bir üst mertebesi. Sevginin bağlanmanın en doruk noktası. Ve biraz önce zikrettiğim hakikatlerle bağdaştırırsak; Vurgunluk O’na olmalı. Aşk O’na. Ve nihayetinde incizap…

Allah’ın kendisi için verdiği şiddetli manevi cihazları O’nun dışındaki şeylere sarf etmenin cezası. Elemler, gözyaşları, karşılık görememe elemi, kıskançlık elemi. Ve en önemlisi Vedud’un dargınlığı.... Şarkıların çoğunun konusu; masivaya olan aşkın cezasının elemleri değil mi? Elemlerinden takattur eden gözyaşları değil mi?

Ve bu ateşe girene çözüm gene nurlardan. Masivayı terk edebilmek o kadar kolay mı? Hele âşıkken. Sevdalıyken… Yara almışsa kalp, cerrahi bir ameliyat gerekmez mi? Kalbi yarmak temizlemek masivadan! Meleklerin çocukken Nebiye(A.S.M) yaptığı gibi.(Ama O’(A.S.M)nunki masivadan bir temizleniş değildi)Ya baki entel baki hakikatini bütün hüceyratıyla haykırmak. Yaşamaya çalışmak. Birinci Ya baki entel bakiyle, masivayı temizlemek. İkincisinde ise ‘’ebed’’arzusuyla sadece O’na bağlanmak… İnsan bekaya ve baki olana âşıktır. Aşka layık olmayan masivayı temizleyip, aşka layık olan Bakiyi bulup kalbin merkezine sokmak…

Kolay mı? İrade işi. Hakka kullanıldığı zaman halka kullanılmayan şiddetli bağlılık söz konusu. O zaman bağlılığı O’na çevirdiğimiz zaman otomotikmen masivaya olan aşırı bağlılık izale olmuş olur. Yani bütün problem illaki kullanılacak olan şiddetli muhabbeti vaktinde O’na kullanamamaktan geçiyor. Mecazi aştan geçip O’na vasıl olmakta mümkündür. Ama nakıstır. Ve elemlidir…

Ayrıca, iman intisaptır. İntisap ise bağdır. Allah’a olan bağ. O’na inanmak, tanımak, muhabbet duymak. Ve lezzeti ruhaniyeyi hissetmek. Lezzet varken eleme kaçmak… Vedud varken masivaya koşmak… Velhasılı kelam aşkı O’na adamalı. Aşk O’na olmalı…
Allah’ım seni çok seviyorum. Ve bir an imansız nefes almamayı düşünemiyorum diyebilmek. Yani bağlılıkta var ya ‘’sensiz olamam’’İşte bu sözü Rab için kullanmak… Sen olmasan olamazdım ki… Ve, iman etmeseydim dayanabilir miydim? Diyebilmek. Hani bağlanmakta varya. Olmazsa olmaz imanı, olmazsa olmazından saymak. İşte Rabbe bağlanmak budur… …

Ya Vedüd!Kendi muhabbetin için yarattığın şu kalbimin içine sığ!Ve aşkını sığdır!Biliyorum ki yere göğe sığmasan da mü’min kulunun kalbine sığarsın!Ve içine putların girmesine müsaade etme… Senin dışındaki tüm aşırı bağlılıklarım için beni affet Allah’ım…Bu yazı nefsimedir..

21 Nisan 2009 Salı

www.risalehaber.com

>

DÜŞÜNCELER İÇİNDE BUNALMAK


Beşer olduğumuz için, beşeri münasebetlere ihtiyaç duyuyoruz. Hem maddi hem manevi ihtiyaçlarımızı gidermek için ihtiyaç duyuyoruz birbirimize… Hele cemaatsek manevi kuvveti birbirimizden alıyoruz… Ferahlıyoruz, rahatlıyoruz ve her bireyin yükümüzü hafiflettiğini biliyoruz. Ve biliyoruz ki şahsı manevi olduğumuz için her ferdin şerefi bizimde şerefimiz. Ve kardeşlerimizin şerefleriyle şerefleniyoruz. Enaniyet ve kıskançlık mikrobunun önüne ancak şahsı manevi bilinci durabiliyor biliyoruz…
Ve bazen… Kalabalıklar bunaltıyor. Sığınacak bir liman arıyorum. Kalabalıklar yetmiyor tüm ihtiyaçlarımızı gidermeye… Ruhum daralıyor ve bu daralmaya hiç kimse engel olamıyor, bazen nedenli bazen nedensiz bunalıyorum. Kabıma sığamıyorum. Ebed arzusu mu? Yoksa istidatlarımın inkişaf etmek için haykırışları mı bilmiyorum?
Ve bazen... Hüzün çöküyor üstüme bu sefer nedenini biliyorum. Kendimi ifade etmem lazımken edememek beni çökertiyor ve yanlış anlaşılan bir durumu düzeltmemek ya da düzeltememek… Teşebbüs etsem yeter bana belki de… Çünkü vazifem bu. Ama onu da tam yapamıyorum… Ki, her zaman yapabiliyorken yapamamak yıkıyor beni. Belki de beni yıkan, benim hakkımdaki düşünceyi kendime yakıştıramamadır. Belki de beni yakan, yanlış bir zan altında mahcup olmaktır. Ve belki de beni yakan konuşsam bile düzelmeme korkusudur…
Bu duygu karmaşası bana şunları bir kez daha öğretiyor1- Benim vazifem elimden geleni yapmaktır.2-Elimden geleni yaptıktan sonra sonuca razı olmaktır3- Beni yıkan düşünce,rızayı ilahiyi kaybetmek korkusu olmalı.4-Uhuvvet bozulunca huzur bozuluyor. Manevi hava bozuluyor. En güzel mekânlarda en güzel insanlarla zehir gibi vakit geçirebiliyor insan…
Bu düşünce yığınları altında enkazda kaldığımı hissederken Rabbimin kalbimdeki en hafi düşüncelerimden haberdar olması beni mutlu ediyor. Yıllarca konuşsam dahi beni usanmadan dinleyecek, her daim kapısı açık olan ve her şeye kudreti olan Rabbimin olması beni o kadar mutlu ediyor ki… Düşünce denizinde tam boğulacakken, cankurtaran bir elin olması. Ve o elin her şeye gücünün yetmesi…

Rabbim! Beni bir an olsun nefsimin eline bırakma… Kimsesizlerin kimsesi olan Rabbim! Beni kapısından kovmayan Rabbim! Aynı günahları işleyerek binlerce kez aynı tövbeleri eden şu kulunun kalbine, kabz halinden sonra bastı gösteren zülcemal... Celaline layıkta olsam, cemalini gösterdiğin için sana milyonlarca kez hamd ediyorum… Utanıyorum! Her seferinde aynı günahlarla aynı kapıya gelmekten, ama biliyorsun ki başka gidecek kapım yok… Ve gidecek kapım olsa dahi o kapıların kudreti yok…


Yâ Rab, garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem,
Bî-ihtiyarem, el-aman-gûyem, afv-cûyem, meded-hâhem, zidergâhet İlâhî!

FAHRI KÂİNAT ‘IN DOĞUMU

FAHRI KÂİNAT ‘IN DOĞUMU
Yıl 571 nuru yaratıldı çok oldu. O nur yüzden yüze aktarılıyordu Âlem onu bekliyor. Nurun hakiki sahibini bekliyor. Âlimler onu bekliyor. Tahrif edilmiş kitaplarda bile yüzlerce işaret var. Âlem ona muhtaç… Dünya cahil. Hele doğacağı muhitte ne yok ki insanlar öz evlatlarını diri diri gömüyorlar. Kötü adetler almış başını gidiyor. Yapan değil de yapmayana kızılıyor.
Ve artık H.z. Abdullah’ın alnında nur yok Abdullah ta yok. Anne karnında bir yetim var. Yakın zamanda öksüz olacak yetim var. Allah’ın en sevgili ve en çileli kulu ve ve resulü doğdu. Ama o öyle sıradan bir yetim değil. O yetim ki doğduğu gece göller kurur. Putlar devrilir. Ateşler söner. Doğumu bile hakkın geleceğini batılın yok olacağını haberdar eder. Daha o geceden melekler kovar şeytanları gökyüzünden. Putlar devrilir bir bir yeryüzünden…
Ve o geceden İslamiyet ışığı şarkı garbı ışıklandırmıştı. İslamiyet güneşi o geceden ışığını vermişti. Kutlu valide meleklerin elinde süt içmişti. Ne büyük bir saadet. Sebebi hilkat-i âlemin validesi olmak. Doğumuna sebep olmak…
Ama rabbi kendisi terbiye etmek istiyordu. Evet, onun terbiyecisi Rabbi olmalıydı. Daha çocukken acılarla yoğrulmalı. Çilelerle istidatlarını inkişaf ettirmeliydi.Kemale erdiği zaman nübüvvet görevini almıştı artık.Asıl mücadele,asıl çile işte o zaman başladı.Ve hayatında tek taviz vermeyerek,davasını vahşi bir kavime korkusuzca yaydı.İnsanlığın beşte birine ve yer yüzünün yarısına hakim olan İslam dininin temelini sarsılmaz bir şekilde attı…

Ve bugün doğduğu gün…Cenab-ı Hak tarafından’’Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım’’ diye hitap edilen,sebeb-i hilkati alem olan habibin veladeti.Rabbin insandan istediği vazifeleri en mükemmel şekilde ifa eden model şahsiyet.Kendisine ittibaı Rabbin sevgisiyle doğru orantılı olan,peygamber efendimize ne kadar ittiba ediyoruz?Ne kadar ittiba o kadar Rabbin sevgisi…Çünkü Rabbin istediği kul,efendimiz(A.S.M).Ve sevdiği kullar efendimiz(A.S.M). gibi olanlar…

Bazen nerde ne yapacağımızı şaşırız.Ve, sünneti seniyye bir pusula gibi yol gösteriyor.’’Acaba Resül olsaydı bu durumda ne yapardı?’’sorusunu sorabiliyor muyuz?O(A.S.M).dediyse doğrudur.O(A.S.M).yaptıysa hikmetlidir,diyebilecek sadakati gösterebiliyor muyuz?Ve yahut ta sadakatimiz sadece lisan-ı kalimizde mi kalıyor?...

Peygamberin(A.S.M).sünnetlerini liseli talebelere sorunca,çoğunun aklına ‘’sağ el,sağ ayak…’’gibi hadisler geldi.Yanlış anlaşılmasın adaba dair hadisleri küçümsemiyorum.Ama Peygamber denince sadece adaba ait,sadece birkaç benzer hadisin bilinmesi üzücü.Adatımızı ibadete çevirmenin yolu sünneti seniyyede…
Ya ahlaka ait sünnetler.Tavrına dair sünnetler.Eş olarak,baba olarak,evlat olarak ve arkadaş olarak sergilediği tavırlar…Peygamberimizin doğduğu bi günde evvela kendime soruyorum?Ne kadar tanıyorum.Ve tanıdığım kadarının ne kadarını yaşıyorum!...

Allahım,
Risâlet semâsının güneşi, nübüvvet burcunun ayı olan yüce Peygambere (a.s.m.), onun hidâyet yıldızları olan Al ve Ashâbına salât ve selâm eyle. Bize, erkek ve kadın mü'minlere merhamet et.
Amin, âmin, âmin.

6 Nisan 2009 Pazartesi

KÂİNATA DEĞİŞİLMEYEN TALEBE

KÂİNATA DEĞİŞİLMEYEN TALEBE
İnsan birçok özelliğe sahiptir. Ama bazı özellikleri onda galiptir. Esma-i hünsanın birkaç ismi insanda daha galiptir, diğer isimlerinin tecellisine göre... Bu yüzden birini tarif ettiğimiz zaman, belirgin olan özelliğini söyleriz. Belirgin olan özelliği diğer özelliklerinin olmamasını anlamına gelmez. Ama vasıflandırıldığı özelliği kendisinde daha galiptir.

Ve şimdi ‘’Zübeyir ağabey’’denildiği zaman, hangi özelliğini yazsam diye düşünmeye başlıyorum. Ve gerçekten üstadın kendisi için,‘’kâinata değişmem’’demesinin nedenini daha iyi anlıyorum. Çünkü ahir zamandaki zatın sağ kolu da tıpkı onun gibi, câmî olmalıydı. Kâinat gibi câmî olmalıydı. Ve kâinata değişilmeyecek kadar kıymetli olmalıydı…

Ve şimdi tıkanıyorum. Hangi özelliğini anlatmaya başlasam diye…
Risale-i Nur dairesine girmeden önce yığınla kitap okumuş bir kitap aşığı. Ve Risale-i Nuru tanıdıktan sonra, günde 14 saat nurlarla meşgul olan Risale-i Nur mecnunu. Nurlar için derisini kâğıt, kanını mürekkep etmeye hazır bir nur fedaisi. Alaaddin tepesinde saatlerce okuyan, uykusu gelince yürüyerek okuyan ve artık tükeneceği zaman bir çukura gelip biraz kestiren bir nur sevdalısı…

Önce nura sonra üstat talip olup ikisini de elde eden iki kanatlı nur memuru. Bütün hasseleriyle bu uğurda çalışan ve gittiği her yeri hizmetle coşturan, memuriyetini nura memuriyete çeviren, hizmet için ‘’nabza göre şerbet’’düsturunu en güzel şekilde gerçekleştiren, veliler toplantısına gitmek için veli olan, uyumamak için her yolu deneyen kalbi delik, ama imanla dolu bir ağabey!

Hem üstadına fani hem Risale- i Nur’a fani bir şahsiyet. Üstadı hapisteyken yerinde duramayan her gün hapishanenin önüne gidip hapishaneye konulmayı bekleyen cefaya talip yüksek ruh! Ve hapishaneye girmeyi başaramayınca kendini ihbar eden bir mahkûm! Aslında onun nefsi kendisine mahkûm… Üstadını görmek için falakaya razı,’’vur’’diye haykıran, şecaati ve imanıyla meydan okuyan aziz ve cesur bir Talebe…

Üstadın hizmetine girdikten sonra, kendi deyimiyle’’taş’’olan bir talebe. Üstadı nereye yuvarlarsa oraya gitmeye razı, ama kalbi hep üstadıyla beraber olmaya can atan bir âşık. Üstadın hizmetindeyken bazen kapı eşiğinde uzanacak kadar sadık! Ve bazen yumurtayı pişirmeye vakti olmayınca çiğ yiyen, nefsinin merkubu! Üstadının hizmetine girdikten sonra hayatı merdiven inip çıkmakla geçmiş fedakârlığın zirvesinde bir ağabey…

Üstadının ölümünden sonra, cemaatte ihtilaf olmamak için azami gayret sarf eden ve Risale-i Nur çizgisinden bir milim ayrılmayan, çizgiden ayrılanlara müsamahayla bakmayan sadakatli, sabırlı azimli, yürekli, çelik iradeli, sebatkâr, ilmiyle amil… Hani derler ya ‘’adam gibi adam’’işte…
Ahir zamandaki şahsın en büyük varisini anlatmak bir sayfayla olmaz. Amaç, ölümünün yıldönümünde onu anmak bir fatiha okunmasını sağlamak ve böyle büyük zatları örnek almaya çalışmak…
Ve kısacık hayatını dolu dolu geçiren ağabeyimizi 38 yıl önce nisan ayında kaybettik. Ruhuna fatiha…

16 Şubat 2009 Pazartesi

YENİLİKÇİ MİYİZ GELENEKÇİ MİYİZ?

YENİLİKÇİ MİYİZ GELENEKÇİ MİYİZ?

Bazı eskilere,(gelenekçilere) yenilikleri kabul ettirmek çok zordur. Onlar için savundukları bazı mefhumlar, değerler hakkında söz dahi söylenemez. Evet, öyledir, bazı değerler hep bakidir, tadiline izin vermek doğru olmaz. Ama bazı değerler yenilendikçe, kendini daha çok muhafaza eder

Ama onlar bazı şeylere taassup namına öyle değer verirler ki. Oysaki bazen yenilikler, eskiyi kemale erdirmek içindir. Eskiyi ortadan kaldırmak için değildir. Aksine…
Hükümler eskidir, ama izah şekli farklıdır. Küfür çağında ispat ve delil yöntemiyle kur’anı kerim tefsir edilmiştir. Zaten ;’’Mevlana bu zamanda gelseydi Risale-i Nur’u yazardı…’’demiştir asrın bediisi

Kimilerine göre ise, yenilik eskiyi ortadan tamamen kaldırmaktır. Yenilikçi olmaya aklınca(!) islamı gericilik olarak kabul etmeye ve ettirmeye çalışarak başlarlar. Bu görüşte olanları gören gelenekçi kesim ise, yeniliği tamamen bid’a olarak görür, birçok güzelliğin önüne sed olmaya çalışır. Ve bunu gören yenilikçi kesim gelenekçi kesime savaş açar…

Kavramlar karıştı. Çünkü bu iki kavramı herkes kendi fikrine göre yorumlamış vaziyette. Bu karmaşadan çıkıp karmaşık olmayacak bir vaziyette anlatmaya çalışırsak;
Yenilikçiler ikiye ayrılıyor.
1-Eski olan hiçbir şeyi kabul etmemek adına islamı bile tahkir edecek kadar taasupkarane davrananlar
2-Eskiyi kabulle beraber daha güzel bir şekilde sunulması için yenliklere açık olmaktır

Her peygamber her müceddit yenilikçidir. Davaları tevhiddir, eskidir, aynıdır. Ama teferruatta farklıdırlar. Şeriatları farklıdır.2.kısım yenilikçilere dahildirler.
‘’ Asırlara göre şeriatlar değişir; belki, bir asırda kavimlere göre ayrı ayrı şeriatlar, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü'l-Enbiyâdan sonra, Şeriat-ı Kübrâsı her asırda, her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlara ihtiyaç kalmamıştır. Fakat, teferruâtta bir derece ayrı ayrı mezheblere ihtiyaç kalmıştır.’’(sözler447)
Yenilik eski güzellikleri kemale erdirmek içindir dedik. Aynı zamanda yenilik eski çirkinlikleri de tamamen ortadan kaldırmak için olmalıdır. Yenilik, güzellikleri kemale erdirme ve çirkinlikleri ortadan kaldırmak içindir. Yoksa bazı ehl-i dalaletin sandığı gibi yenilik geride kalan her şeyi kaldırma adına islamı kaldırmak değildir! Küfür davası da iman davası gibi eski bir davadır. Ama küfür esfeli safilin çukurlarına tekerlendiren insana hiçbir şey kazandırmayan. Yenilenmeyen batıl bir davadır. İman ise, yüz yirmi dört bin peygamberce tekrar tekrar yenilenerek anlatılmıştır. Ve islamda kemalini bulmuştur’’bugün sizin dininizi kemale erdirdim’’(maide süresi3)…
‘’her yüz senede cenab-ı hak bir müceddid-i din gönderiyor’’Hadisi şerif

Peygamberler yenilikçi oldukları gibi, onların varisleri olan âlimlerden gönderilmiş mücedditlerde yenilikçidir. Zaten müceddit yenileyici anlamına gelmektedir.

Mücedditlerin vazifesi nedir? Onlar hâşâ dini, eski bulup yenisini mi getiriyorlar. Asla! Ki en mukaddes değer dindir. Dine dahi yenileyici bizzat Allah tarafından gönderiliyorsa eğer, niçin her yeniliği eskiyi ortadan kaldırma olarak anlarız? Her mücedditin amacı,asra uygun islamı anlatmaktır. Dava eskidir, ama tavır yenidir.Üstadımız küçüklüğünden itibaren yenilikçi olmuş ve yeniliğe açık olmuştur.15 yıllık medrese eğitimini 15 haftada bitirip,kısa ve yeni yolu daha o zamandan bize bildirmiştir.
’’ Her asır başında hadisçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hadimleri, emr-i dinde müptedi değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden birşey ihdas etmezler, yeni ahkam getirmezler’’(şualar577)

Ve peygamberler geldi, mücedditler geldi.Ahir zaman müceddidi de geldi. Artık yenilik ruhunu biz hizmetlerimizde göstereceğiz inşaAllah. Yeni hizmet tarzlarına taassupkarane ‘’nerden çıktı’’yerine tahkikane ve insafane bir düsturla bakmayı bilmeliyiz. Yoksa hizmet eden kardeşlerimizi ‘’enaniyet ve sadakatsizlikle’’suçlamış oluruz.Ve ihtilafa düşüp cesareti ve kuvveti dağıtıp bilmeyerek ehli dalalete yardım etmek istemeyiz değil mi?...

11 Şubat 2009 Çarşamba

ŞİMDİ HAYKIRIN TÜM ÇIPLAK OLAN KRALLARI

ŞİMDİ HAYKIRIN TÜM ÇIPLAK OLAN KRALLARI
Kral çıplak hikâyesini herkes bilir. Niçin susulduğunu da herkes bilir. Hayatta hep görürüz aslında çıplak kralları. Ama söylemeyiz. Daha doğrusu söyleyemeyiz…

Sizce niçin söyleyemeyiz? Bana dokunmayan yılan bin yaşasın dediğimiz için mi? Yoksa milletin etlisiyle sütlüsüyle uğraşmam bahanesiyle mi? Yoksa kalbi kırılmasın deyip, yüce Rabbin rızasını kaale almayarak mı? Yoksa başım belaya girmesin düşüncesiyle mi?

Bir gün çıplak bir kral görürseniz çekinmeyin söyleyin. Her doğru her yerde söylenmez ama bazen söylenmesi gereken hakikatler vardır. Ve bunu gür sedayla yapmak gerekir. Pısırık olmaya değecek kadar uzun bir hayatımız yok. Düşman ayağını boğazımıza bastığı zaman düşmanın yüzüne tükürmeye değer ebedi bir hayatımız var. Ve orada mükafatımız var. En önemlisi rızayı ilahi var. Ve Daha bu dünyadayken aldığımız manevi zevk var, sürur var, varda var. Ama zillet yok. Adam gibi adam olmak var. Kim sever ki dalkavukları…

Kral çıplak deyin deyince ayıpları faş edin demiyorum. Ama söylenmesi gereken hakikatleri. Ve yapılan zulümleri göre göre sessiz kalmayın. Unutmayın ki sükûtta zamanla tasdike döner. Çünkü sessiz kalmayı kabullenmeyen insan zamanla yanlışları tasdik eder. Ve onlardan olur…

Ve şimdi haykırın tüm çıplak olan kralları!

Cehaletiyle hukukunu bilmeyip ehli hamiyeti dahi müstebit yapmak istemiyorsak...

H.z.Ömer’den dahi hesap soracak, Peygamber ashabı gibi olmak istiyorsak…

Dilsiz şeytan olmak istemiyorsak…

Zulme meyil bile göstermek ateşe koşmaksa…

Sükut tasdikse…

Haydi o zaman…

Geç bile kaldık

Teemmel!..

ZULME ÜLFET

ZULME ÜLFET
Zalimlere meyletmeyin. Aksi halde ateş size de dokunur. (Hûd Sûresi: 113)

Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin." (Bakara Sûresi: 2:41.)


Başörtüsüyle ilgili bir yazıya, şu ayetlerle başlamak istemezdim. Başörtü imtihanını geçtiğimizi söyleyip kızlarımızı, analarımızı, babalarımızı, yöneticilerimizi tebrik edici bir yazı yazardım. İmtihanı geçtiğimizi yazmak isterdim ve şu ayetle başlamak isterdim…
‘’ Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında onlara Cennet vermek suretiyle satın almıştır. (Tevbe Sûresi: 111.)’’
Karşılığında cennet verilse de,’’seve seve’’feda edilen bir dünya var. Asrın dehşetliği hastalığına mağlup oldu bu yasak. Ve geçemedik imtihanı… Sâri olan ‘’dünyayı ahirete tercih’’hastalığına tutulduk… Ve bu yasağa itaat ettik.

Önce zulüm gelir… İnsanlar ayağa kalkar ve bir sürü tepki. En güzel tepki, fiilen göstermektir. İmtihanı yaşayan için,boyun eğmemektir. Baba ve ana için evladına destek olmaktır. Ve ona doğru yolu göstermektir. Ve idareci için, bu zulme destek olmamaktır. Birlik içerisinde boyun eğmeseydik asla yasak bu kadar büyümezdi.
Mağdurlar için;
En büyük zülüm insana vicdan azabı yaşatmaktır. Buna vesile olmaktır. Bu zulme boyun eğenler için ‘’mağdur’’diyorum. Çünkü vicdanlarıyla hesaplaşmaktan bile kaçacak kadar kötü hallere girdiler. Ama mağdur sözü daha çok okuyamayan için kullanılıyor. Bence onlar mağdur değil muzafferdirler. Bu bir imtihansa ki hepimiz öyle inanıyoruz. Bu imtihanda dünya menfaatini ahirete tercih eden kazanmıştır… İşin ülfet kısmına gelelim, ilk başlarda bir mücahede ruhu vardı. Coşku vardı azim vardı. Çünkü direnişle yasağın biteceğine inananlar vardı. Ve birçok kişi okulunu feda etti. Ama direniş uzun sürmeyince, inançlar yeisle tükendi. Ve artık açmamak normalleşti. Arabadayken iki örtülü konuşuyor. Biri diğerine diyor ki;’’okumayı savunmuyor’’Birinden bahsediyor. Ve karşıdan sert cevap. Nasıl savunuyor ama… Artık değil direnme, değil mahcubiyet, açmanın gereğinden bahsedip,bir numaraları savunucuları olduk… Geçen gene bir konuşma ve bir ses’’Saçmalık okumamak’’…Evet sizce ülfet peyda etmedik mi? Nerde o mücahidin sözler. İnsan önce zulme tabi olur. Ve zamanla normal karşılar… Korkarım bir gün yasağı savunacak hale geleceğiz… Sükût ediyoruz artık çünkü.Bazen sükût sukuttur!
Yasakçıları dahi şaşırttık. Onlar dahi bu kadarını hesap edememişti. İlk İstanbul üniversitesine yasak gelince bile çekinmiştiler. Ve kırılan her zincire yenisini eklediler. Ve ehli hamiyeti dahi, müstebit yaptıracak kadar arttı bu yasak…

İdareciler için;
.Yasaktan nefret etmiş dahi olsa. Kılını kıpırdatmadı idareciler… Çünkü öyle bir yayıldı ki. Tuhaf olan yasak değil de. Başörtülü çalışmak ve okumak oldu. Örtüyle idare etmeyi göze alamadılar. Ve istemeyerekte olsa ‘’ehli hamiyet’’dahi olsalar müstebit oldular. Ve kimisi ‘’dindar’’kimliğinden o kadar korktu ki, bir solcu kadar özgürlükçü olamadı. Gözler üstündeydi. Çünkü…

Ve şefkatini yanlış kullanan valideynler!
Bu asırda şefkatini yanlış kullanıp, musibetleri kader cihetiyle hak eden valideynler!
Asırların tabibinin sözü yeter!
‘’ şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. "Oğlum paşa olsun" diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa'ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, "Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?" diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.’’(lem’alar201)
Dünyadaki gelecek korkusuyla, çocuğunun üzerine titreyen valideynler! Asıl gelecek ahiret değil midir? Endişe-i istikbalin şiddetli şekilde verilmesinin nedeni ahiret için değil midir? Dünyevi vaatlere inandığımız kadar Sadıkul va’dil eminin vaadine inanmıyor muyuz? Yoksa…

Ve ‘’bana dokunmayan yılan bin yaşasın’’deyip susan vatandaşlar!

Bir şeairin kaldırılmasına karşı nasıl susarsınız. İnsan önce susar, sonra meyledebilir zulme dikkat!

Zalimlere meyletmeyin. Aksi halde ateş size de dokunur. (Hûd Sûresi: 113)

‘’Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler’’(İbrahim süresi3)

Nefsine muhalefet edenlere müjdeler olsun!

Not: Yazı çok sert gelebilir. Ama artık ülfetten başımızı kaldırmamız gerekiyor. Artık normal karşılamayalım. Me’suluz. Gafil kafaya bir tokmak gerek değil mi?...

9 Şubat 2009 Pazartesi

YEİS VE RAHMET

YEİS VE RAHMET
Yeis, insanı yaşıyorken mevta hükmine getiren, İslam âlemini geri bıraktıran nedenlerden biridir. Her kemalata manidir. Şeytanın en çok istimal ettiği silahlardan biridir. Ve en kötüsü Rahmetine itimadı kesmektir. Sonuna kadar açık olan tövbe kapısını varlığını inkârdır… Günah işleyen insan yeis zindana mahkûm olmamalı, tövbesini beraatının hak olduğunu bilmelidir…

İnsanda bulunan nefsi emmare her daim kötülüğü emreder ve insan ölünceye kadar iki sesi beraber işitir.’’yap’’ ve ‘’yapma’’.Tercihler önüne sunulur, imtihan dünyası bunu gerektirir. İnsan, ise hem hayra kabil hem şerre kabildir. Nefsini şeytanı ve şeytanın arkadaşlarını dinlerse şerre kabil. Vicdanını ve Hak yolunun seslerini dinlerse hayra kabil. Yaşadığı müddetçe imtihanları bitmiyor. Bazen kazanıyor bazen kaybediyor. Ama yüce Rabbimiz sonsuz rahmetiyle bazen kayıp içerisinde kazancı ihsan ediyor. Tövbeyle kulunu affettiği gibi, makamını dahi yükselttirebiliyor. Aczini zaafını daha iyi anlayıp O’nun kapısını çalan boş döner mi? Günah doluda gitse…

Hele bu cazibedar asırda ‘’seve seve’’ahirete tercih edinilen bir dünya varken. Hazır birazcık lezzet gelecekteki ebedi lezzete müreccahken, hissiyat akıbeti görmüyorsa… Ehli din dahi bu vartadan tamamen kurtulamıyorsa, günahlar cazibedarsa… Günahlar bin taraftan hücum ediyorsa… Günahtaki cazibe insanı kendine çekiyorsa ve zamanla içine girince kendine âşık ettiriyorsa…(Risaleinurun sadık sebatkâr talebeleri ancak dayanabilir bu hücumlara. Risaleinurdaki mizan ve muvazeneler sayesinde. Çünkü aynı lezzetinde elem gösteriliyor)

Yanlış anlaşılmasın… Günaha girmemek elimizde değil demiyorum. Ama bu asırda şeytanın arkadaşları çok. Ve her an günahlara girebiliyoruz. Demek istediğim,günah işledikten sonra yeise girmememiz lazım. Çünkü yeis, günaha devam ettirmekten başka neye yarar?’’Ben müflisim bittim, artık benden adam olmaz’’düşüncesi doğar. Ki bu düşünce insanı kulluktan alıkoyar. Zaten bittim diyen bir insan, yeni sayfa açar mı hayata… Günah işledikten sonra saydığım olumsuzlukları düşünüp, işlediği günahın(Günahı kebire dahi olsa)imansızlıktan gelmediğini bilir.

Bütün günahları işlemiş dahi olsa Tevvab abdini tövbeye çağırıyor. Hangi günah olursa olsun, tövbe edilmişse, tövbe karşılığında affı vaad ediyor. Hatta isimleri bunu gerektiriyor’’her bir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ, Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusûrâtın bulunmasını iktiza ettikleri gibi,’’(lem’alar19)…

Evet, o zaman günahtan sonra yeis olmamalı. Sadıku'l-va'di'l-emin vaadinden döner mi? Hâşâ ve kella. Geçmişi geleceğe getirmek mümkün mü? Yapabileceğimiz tek şey; Rabbe özürdür ve bir daha yapmamaya söz vermektir. Zaten günahtan sonra Rabbin istediği de budur. Günah işledikten sonra, tövbeyle rahmetine güvenmek esastır. Ama dikkat tövbeyle. Yoksa Rahmetine itimad edip, günaha devam affa müstahak olmaz. Bu rahmetten ziyade celalini, izzetini hafife almaktır…

Arada çok ince bir çizgi var. Günah işleyen için, tövbe edip rahmete itimad etmek esastır. Yoksa yeise duçar olursak, maazallah rahmetini ittiham etmiş oluruz. Günahın içinde olup tövbe etmeyen için ise, gene bir ittiham var ama celaline izzetine, adaletine…

Ve daha bir günahı işlemeden günahı işlemeyi düşünüp, affına güvenmek ne kadar doğrudur? Günah işleyen için vukuat olmuştur. Maziyi geri döndüremez… Yapabileceği tek şeyi(tövbe) ister Rabbi… Ama henüz düşündüğü günahı işlemeyen için ise Rabbin istediği gene tek bir şeydir. Günaha girmemek…

Kimisi tövbeyle rahmet kapısını çalabilecekken çalmıyor. Yeisle…

Kimisi ise, henüz işlemediği günahların hesabını yapıp Rahmetine güveniyor…

İkisi de yanlış…

Rabbim günah işledikten sonra rahmetine güvenip tövbe edenlerden, günaha karşıda azabından korkup geri çekilenlerden eylesin…

Risaleinurdan bir pasajla bitirelim…

''Cenab-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin vücuduna ispat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yolu ile ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, "Cenab-ı Hak Gafurü'r-Rahimdir, hem Cehennem pek uzaktır" der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlup olur. İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalaletin dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-i meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevk eder. O muvazenelerden, Altıncı, Yedinci, Sekizinci, Sözlerdeki kısa muvazeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvazene, en sefih ve dalalette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Mesela, ayet-i Nurda, seyahat-i hayaliye ile hakikat olarak gördüğüm vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen, Sikke-i Gaybiyenin ahirine baksın.''(şualar582)

7 Şubat 2009 Cumartesi

KORKU MU SEVGİ Mİ?

KORKU MU SEVGİ Mİ?

Korku mu? Sevgi mi? Sizce… Bazısı korku der. Bazısı sevgi… Bazısı ise dengeyi önerir… Havf ve reca dengesini tavsiye eder. Peki, hem korku hem sevgi sığar mı aynı zamanda bir kalbe… Korku niçin olmalı? Sevgi niçin olmalı…
Hem korku hem sevgi olmalıdır. Bir kalp aşığını istediği gibi onu kaybetmekten de korkar. O zaman bu kalp, çam kozalağından ibaret olmayan bu kalp!İman ile öyle nurlanmalı ki ‘’mümin kulumun kalbine sığarım’’diyen Vedüd o kalbe sığmalı… Kalbin içi muhabbeti için yaratılmış ve şiddetli manevi cihazını yerleştirmiştir rabbimiz. Kalbi kendi sevgisi için sonsuz muhabbet edebilecek şekilde yaratmış. Çünkü sonsuz cemal ve kemal sonsuz muhabbet ister. ’’nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.(sözler)’’…Demek sevgi olmalıdır…
Evet ya korku, bu konuda bir kısmımız tartışırız. Korku olmaz… İnsan sevdiğinden korkmaz diye… İnsan korkmalı… Ama cehennemden yanmaktan ötürü nü? Cennete girememekten ötürü mü? En halis korku nasıldır? Rızayı ilahiyi kazanama korkusudur. İşte en halis korku budur! İnsan aşığını üzmekten ve kaybetmekten korkar ise hakiki maşuğunu üzme ihtimalinden dolayı titremelidir! Zaten böyle bir korku cehennemden halas eder.’’Sadece rızayı ilahi’’düşüncesi… Kolay mı? Değil. Herkesin helak olup sadece bilenlerin kurtulduğu, bilenlerden ise yaşayanların kurtulduğu, yaşayanlardan ise ihlâslı olanların kurtulduğu bir memleketin askerleriyiz… En uç noktada ihlâs var. Ve her an kaybetme korkusu da cabası…Ve ihlas,sadece rızayı ilahiyi istiyor.Ne cennet sevdasını ne cehennem korkusunu…
Kendi aşkı için yarattığı kalbi O’na adamalı!Aşkı O’na adamalı.Zaten hakiki sahip O.Emaneti hakiki sahibine vereceğiz sadece.Bize emanet edilen cihazlarımızı O’nun isteği doğrultusunda kullanarak emaneti ona vermeliyiz!Bu kalp O’nun sevgisi için emanetse emanet O’nadır…Emaneti teslim edememekten ise ödümüz korkmalı değil mi?
‘’havf ile reca arasındaki müvazene devamla muhafaza edilsin ki, reca ile doğru yollara süluk edilsin, havf ile de, eğri yollara gidilmesin; ne Allah'ın rahmetinden me'yus, ne de azabından emin olunsun.’’(i.i)

ALLAH İÇİN Mİ SEVİYORUZ?

ALLAH İÇİN Mİ SEVİYORUZ?
Niçin seviyoruz?
Allah için mi?
Nefsimizi hesabına mı?
Mahlukatın zatı hesabına mı?

Bu sorulara cevap verebiliyor muyuz? Veriyorsak, cevabımız ne‘’Allah hesabına’’mı? Emin miyiz? Yoksa vicdanımızı rahatlatmak için mi? Bu cevap…
Allah için sevdiğimizi nasıl anlıyoruz? Hangi sonuçlardan anlarız Allah için sevdiğimizi… Evet, zamanın bediisinin 32.sözde sunduğu ölçüler takdire şayan…
Önce Akla gelebilecek şöyle bir suale cevap verelim’’Allah’ıda seviyorum, ama başka şeyleri de kendi zatları namına sevmemde ne sakınca olabilir’’...Allah’ı zatı hesabına, mahlûkatı da zatı hesabına sevmeyi isteyen nefistir. Allah sevgisini mahlûkatından ayrı tutmak… Olabilir mi sizce? Düşünün, elmayı seviyorsunuz, çok lezzetli buluyorsunuz,’’çok güzel çok seviyorum’’diyorsunuz. Nimeti görüp mün’imi göremeden istifade ediyorsunuz… Nimetten in’ama geçip, mün’imi hakikiyi bulamamak… Bize hediye getireni değil de, hediyeyi sevmek… Hediye sevgisini verenden ayrı tutmak… Oysaki hediyenin güzelliliği nisbetinde hediye getiren zat sevilir… Bu sadece bir örnek. Bu kâinatta bize her türlü hediyeyi ihsan eden zatı sevmeliyiz… Bize sayısız hediyeler ve nimetler sunan zattan gafil olup hediyelere perestiş etmek... Ne kadar doğru? Her ihsan O’ndansa ihsana olan muhabbette O’na olmalıdır. O’nun için olmalıdır…
Sadede dönelim. Allah için sevmenin ölçüsü nedir? Nasıl anlarız Allah için sevdiğimizi… Nur deryasından yudumladığım bazı katrelerden…
Dünyayı niçin seviyoruz?’’Ahiret ve cennetin muvakkat fidanlığı’’olduğu için mi? Yoksa keyif ve eğlence yeri olduğu için mi? Niçin seviyoruz… Sevmiyor muyuz yoksa…
Ahiretin tarlası ve esma-i hüsnanın nakışlarının tecelli ettiği bu mekân sevilmez mi? En büyük ticaret yapılacak olan bu mekân sevilmez mi? Bu iki yüzüyle… Ama Allah için nefret te edilir şu garip dünyaya… Çünkü hakiki manasıyla sevilmediği zaman insanı Allah’tan uzaklaştıran da dünyadır… Ve’’Dünya sevgisi hataların başı’’(hadis)olur…

’’leziz taamları ve meyveleri severim, peder ve valide ve evlâtlarımı severim, refika-i hayatımı severim, dost ve ahbaplarımı severim, enbiya ve evliyâyı severim, hayatımı, gençliğimi severim, baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfat ve esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?"(SÖZLER583)

Bir elmayı yerken elmayı mı severiz? Rahman ve Mün’im isimlerini mi? Annemizi babamızı onlara muhtaç olduğunuz zaman mı severiz? Yoksa onlar bize muhtaç olduğu zaman mı? Ayetteki hürmet emrine mi ittiba ederiz? Yoksa hayatlarını istiskal mi ederiz? Ya eşlerimizi genç ve güzelken mi severiz? Yoksa yaşlandıkça ebedi hayat arkadaş olduklarını düşünüp daha çok mu severiz? Ya hayatı niçin severiz? Sermaye olduğu için mi? Yoksa ‘’bir kere daha mı dünyaya geleceğim’’mantığıyla mı? Elimizde muhafaza edemediğimiz kat’iyyen gidecek olan latif gençliğinizi hissiyatınıza mağlup olarak gayrı meşru dairede harcayarak mı seversiniz? Yoksa terbiye-i islamiye ile baki bir gençliği kazandırdığı için mi?
Dostlar vardır salihtirler. Onları Salih amelleri cihetinde sevmek Allah namına sevmektir. H.z.Ebubekir’in H.z. Muhammed’e olan dostluğu bu sırdandır. Ensar muhacir kardeşliği gene bu sırdandır. Ve büyük zatlarıda amel-i Salih cihetinde sevmek lazımdır. Unutmayalım ki hala Hazreti İsa ve Ali’yi Allah namına değil de mecazi olarak seven ve helak olan birçok insan var. Zaten hadiste Hazreti Ali’ye denildiği gibi;
‘’Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ'ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle -hâşâ- 'ibnullah' dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir."(Mektubat107)

Aklıma ve kalbime en çok sorduğum soru'’Gerçekten Allah için mi seviyorsun''...Düşünüyorum düşünüyorum düşünüyorum...Ağır bir imtihan...Bir sevgi Allah için başlayıp Allah için devam etmiyor da olabilir...Bu yüzden her an imtihan her an cihad burada da söz konusu...Beklentisiz safi bir sevgiyi elde edecek miyiz?İhlâs ihlâs ihlâs....

O’nun için O’nun için O’nun için…

Kolay mı? Karşılıksız sevmek…

Karşılıksa,en büyük karşılık olan rızayı ilahi yetmiyor mu bize yoksa…

Bu yazı nefsimedir…

KENDİ ÖLÜMÜNÜ DÜŞÜNMEK

KENDİ ÖLÜMÜNÜ DÜŞÜNMEK
Ölüm, kelimesi dahi soğuk gelir bize. Her gün binlerce insan mezaristan ülkesine göçse de, tevehümm-ebediyet düşüncesiyle ölümü hep başkasında düşünürüz,’’ya kaybedersem annemi, babamı, ablamı, sevdiğimi…’’diye endişeleniriz… Ya elimizdeki en büyük sermaye olan,’’Dünya saltanatı’’dahi verilse geri gelmeyecek olan ömüre sahibiz…

‘’Rabıta-ı mevt’’İhlası muhafaza etmenin birinci esasıdır,
’’İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır’’(lem’alar)
Çünkü ölümünü düşünen, fani hayatını baki hayata feda etmeye yanaşmaz… Allah rızası çalışır, görüşür, işler… Bütün teveccühlerin kabir kapısına kadar olduğunu yakinen bilir… Çünkü ölümü düşünen insan fani için fenayı işlemez. Beka için fenayı terk eder… Çünkü ölümü düşünen insan, kendisinde olan ebed arzusunun ahiret için olduğunun farkındadır. Yoksa ebed arzusunun niçin verilmediğini keşfetmeyen insan tul-i emelle(emellerinin sonsuzluğu)ile baki hayatı fani hayatta yaşamak ister. Ve kendisine verilen bütün maddi ve manevi cihazları zararına nefsine satar… Emanete hıyanet eder,zarar içinde zarar eder.Ve kaybeder İhlâsı…Rızayı ilahiyi…

Her an çağrılabiliriz…
’’ gel, idam ilanını al, darağacına çık"…
Veyahutta "Daimî haps-i münferid pusulasını tut, bu açık kapıya gir"
veyahut "Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış. Gel al".
Kimsenin elinde yarının senedi yok… Ve elimizde müjde biletini aldığımıza dair kesin bir belgede yok... Gâh günahlarımızdan ürküyor havf ediyoruz… Gâh rahmetine, affına itimad edip recayla kapısını çalıyoruz… Ama kesin sonucu bilmiyoruz, bilemiyoruz… Çünkü büyük cihad olan, nefsin cihadı bitmiyor. Büyük zatlar dahi ahir ömürlerine kadar şikâyet etmişler nefs--i emmareden…

Çare ne? Kara kara düşünmek mi? Yeisin karanlıklarında atalet zindanına hapsolmak mı? Yeis mani-i herkemalse ve hala ömrümüz varsa ve her günah tövbe edilirse affediliyorsa ve hala nefes alabiliyorsak, hala okuyabiliyorsak, namaz kılabiliyorsak, dua edebiliyorsak ve nice bir sürü hayra kabiliyetimiz varsa... Geç olmadan kolları sıvamak gerekmez mi?

Her ölüm haberini alan insanın ağzından çıkan sözlerdir;’’Dünya boştur’’,Değmiyor işte’’,’’aniden oldu’’,’daha çok gençti’’…Ve bu sözleri söyleyen her insan kendi ölümünü de düşünür. Ama maalesef, nisyandan alınan insan olarak çabucak unuturuz bu sözlerimizi… Ölümü evvela kendimizde düşünmek lazım… Ölümü düşünmeyenin emelleri bitmez, emelleri bitmeyen insanın ise ihlâstan pek nasibi olmaz. Emellerinin sonsuzluğuyla kendini dünyada ebedi zannetmeye başlar. Oysaki her nefis biliyor ki’’gelen gider, giden gelmez’’Asırlardır bu kanun böyle… Bu kanunu her nefis bilir, ama arzuların sonsuzluğu, insana bir sürü kötü hasleti işlettirmeye neden olur… Ve,dünyasını dünyasına harcayan insan kendi ölümünü düşünür mü? Düşünmese de, başını kuma soksa da… O an geldiği zaman nereye saklansa da ‘’ De ki: «Haberiniz olsun, o kaçıp durduğunuz ölüm, mutlaka gelip size çatacaktır; sonra O, bütün görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz de O size neler yaptığınızı haber verecektir.’’(Elmalılı Hamdi yazır)(Cuma süresi8.ayet)…

Ölümden kaçış yoksa, ve kabir kapısı kapanmıyorsa,ve her an çağrılabiliyorsak,kaçış yoksa ölümden…Ölüm düşüncesinden de kaçış olmamalı…Hatta ‘’lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çokca zikrediniz’’diyorsa en sevgili,ve en sevgili olan sebeb-i hilkati âlem dahi ‘’her nefis ölümü tadacaktır’’ayetince tadıyorsa ölümü kendimize neden yakıştırmayız ölümü..

Evet, öleceğiz, sonra asrımız ölecek ve sonra dünyada ölecek... ‘’Fakat mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikate uygun gelmiyor. Belki, akıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet, hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlâs-ı etemme yol açar.’’(lem’alar)
Ölümü düşünmek ihlâsı kazandırır ve ihlâs rızayı ilahiyi. Rızayı ilahi ise, vaad edilenleri... En mühim davayı kazanmak ölümü düşünüp, ihlâsı kazanmakla elde ediliyorsa ölümü düşünmemek neden… Ölüm çirkin mi? Yok oluş mu? Bitiş mi ki…

‘’ mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir davettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir’’(mektubat13)

Ölüm,asıl hayata yolculuk ,elemsiz lezzete bir gidiş,fena ve fani olandan bir sıyrılışsa…Ölüme gülerek mertçe gitmek gerekmez mi?..Ölümün güzel yüzünü görmediğimiz için ,devekuşu misali başımız toprakta belki…Oysa risaleinurda ölüm o kadar güzel anlatılır ki,hayat insana ağır gelir…Ve bir pasajla bitirelim…

‘’ölüm, idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. Ve hâkezâ, bunlar gibi hakikatlerle ölümün hakikî güzel simasını gördüm ‘’(lem’lara26.lem’a)

Ehli iman olmayan için,ölümün güzel yüzü yoktur…Zaten ölümleri onlar için azabın başlangıcıdır…

4 Şubat 2009 Çarşamba

Dava Kardeşliği Nesebilikten Ötedir

Dava Kardeşliği Nesebilikten Ötedir
‘’ Siz, birbirinize en fedakâr, nesebi kardeşten daha ziyade kardeşsiniz. Kardeş ise, kardeşinin kusurunu örter, unutur ve affeder.’’(şualar304)’’

Üstteki ifade eğer yaşanılırsa ne kadar hak ve hakikat olduğu anlaşılır. Ve muhabettulah içindeki lezzeti ruhaniyenin ne kadar leziz olduğu anlaşılır. Kardeşini Allah için sevmek Allah’ı sevmektir. Bu yüzden muhabetullahtaki lezzeti ruhaniyenin lezizliği olarak değerlendirdim.

İnsan niçin sever nesebi kardeşini sizce? Hiç bir bağı olmasa hatta hiç görmemişse bile kardeşini karındaşı olması hasebiyle sever. Ve birçok dünyevi cihette rabıtaları var diye sever eğer ehli imansa aynı Allah’a inanıyor diye sever. Dava kardeşini niçin sever? Aynı davada beraber koştukları için, omzumuzdaki iman vazifesini her el atan birbirinin yükünü hafiflettiği için ve manevi şirkette bölünmeden her hisseden sahip olduğu için. Hatta öldükten sonra dahi defterinin kapanmamasına vesile olduğu için Ve ve ve…

Eğer ki bu cihetler galip gelmezse nesebilikten de öte değilse dava kardeşine muhabbet, her kusurda kalbe giriyorsa adavet, biz bu hakikati anlamamışız anlamışsak bile sindirmemişiz demektir. Sindirmediğimiz birçok hakikat gibi… Ve yahutta manevi bu kadar cihetin önemini hala derk etmemişiz.’’Her şeye rağmen sevgisi’’ni ehli dünya dahi dilinde dolanırken bu kadar manevi rabıtayı yok saymak örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz şeylerle uğraşmak ‘’ "Kardeşlerimden ricâ ederim ki: Sıkıntı veya ruh darlığından veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve "Haysiyetime dokundu" demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın, bin haysiyetim olsa kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim."Diyen üstadın talebesi olan bizlere yakışmaz! Eğer ki bu hakikatlere inanıyorsak yaşamalıyız .

Zaten risaleinurlar sadece okunmak için değil okunup fiiliyata dökülsün diye yazılmıştır.(maalesef birçok hakikati sindirmiyoruz çiğnemiyoruz ve kanımıza karıştırmıyoruz. Okuyoruz yani ağzımıza koyup çiğnemeden yutuyoruz. Ve sindirilmesi zor oluyor)Birçok hakikati sindirmeden amele dökmeden okuyoruz. Rabbim yaşamayı ve yaşayarak yaşatmayı nasip etsin. Ve iman kardeşliğini doruğunda yaşayan risaleinur talebelerinden eylesin…

AZİZ SIDDIK fedakâr VEFAKÂR CEFAKÂR OLMALIYIM

AZİZ SIDDIK fedakâr VEFAKÂR CEFAKÂR OLMALIYIM
Eğer okuyorsam üstadımın mektubunda muhataba bensem bana aziz diyorsa bu sıfata masadak olmalıyım. Öyle aziz olmalıyım ki izzetim için canımdan feragat etmeli ilayıkelimatullah için elinden geleni yapan şecaat sahibi biri olmalıyım. Arkadaş izzet şecaat ister. Cesaret fedakâr karlık ister. Fedakârlık vefakârlık ister. Ve dostum vefada cefa ister. Boşuna mı? Sıralamış üstadım. Aziz olursan eğer hepsi ardından gelir.
Bu dünyadan aziz olarak çıkmaya çalış diyen üstadım düşünüyorum da ne kar azizmiş. Bilmem gerek var mı söyleme gerek var mı Rus çarını anlatmaya, meclisteki tavrını, idam kararıyla karşı karşıyayken idamlıklar karşısında asılırken aslan gibi kükreyen üstadımı anlatmaya gerek var mı? Tarihçe-i hayatında yüzde biri anlatılır. Kendisi izin vermemiştir. Bir kısmına izin vermesinin nedeni ise insanların nura koşmasını ve koşarken tereddüt geçirmemesini istediği içindir. Senin gibi olabilmek imanıyla meydan okuyan zamanın bedisi olmak. Evet, onu bedi yapan en büyük özelliği imanıydı… Evet, hakiki imanı elde etmiş. Adeta meydan okuyordu. Hayatında bir taviz bile bulamazsınız. Araştırın onunla ilgili bütün kitapları okuyun. Bulamazsınız. Ve bu çağda onun gibisini bulamazsınız. O sadece zamanının bedisi değil bu zamanında bedisidir. Şahit milyonlar talebedir.
Kim onun gibi sadık olabilir. Sıddık nedir bilir misin? Aziz dostum!Sıddıklık davasına sadık olmaktır. Asla ve asla vazgeçmemektir. Lisanı hali ve nurlu siması sıddıkiyetini göstermelidir. Evet, ilk sıdık unvanını alan H.z.Ebu Bekir gibi arkadaş olmalıdır nurlara. Evet, onu sıddık yapan tereddütsüz imanıydı. Evet, teklifi götürür götürmez kabul eden H.Z.Ebubekir’i Sıddık yapan o lakabı taktıran bu fiiliydi. Evet, tereddütsüzlük ona en büyük siddık unvanını vermişti. Evet, biz davamızda hele ilk merhalesinde değilde gayş olmuşken tereddüt edersek bizden sıddık çıkmaz.
Fedakârlık en sevdiğim ulvi bir haslettir. Ama onun yerine birçok sözcükler kullanılmıştır neyse... Bazen de engel olmaya çalışırız. .’hey ona yardım etme alışır’ ‘bak sen yardım edersen disiplinsiz olur’ ah be dostum!Bilmezsin fedakârlığın disiplini olmaz ölçüsü olmaz. Üstadımız fedakârlığın azamisini göstermiş. Bizse yaptığımız birkaç basit davranışın hesabını yaparız. Bu dünyamı da feda ettim diğer dünyamı da diyen üstadı örnek almak dileğiyle…
Ah be dostum!Üstadımız demez mi müfritane irtibat dahi ifrat değildir. Biz değil müfritane tefritane münasebet kurduk. Geçti gitti.’iyi arkadaştı’ bu kadardır dostluğumuz.Fazlası olmaz. Olsa da bir iki yaparız. Fazlasında bunalır ‘o bizi arasın ‘deriz. Evet, herkes bu yazıyı okuduktan hemen sonra bir vefa örneği gösterip sevmediği bir arkadaşını arasın.
Cefa ‘anlamadım o ne yenilecek içilecek bir şey mi? Dediğinizi duyar gibiyim’Yok yok öyle demezsiniz değil mi? Cefa acı çekmektir. Aslında bizim çektiklerimize de cefa denilmez ya! Geriye dönelim. Çok geriye nihayetinde peygamberimizde(s.a.v.) geriye gitmiş. Hz. cercisi örnek vermiş. Derisi testereyle soyulan h.z. cercisi anmıştır. Zaten üstadımız da der. Bu zamanda az hizmetle çok sevap kazanıyoruz. Ve böyle az hizmetle çok sevap kazanan bir ecdat olmadığını ifade eder. Cefa öyle bir şeydir ki zevali lezzet verir.Aynı zamanda hüzün verir. Keşke biraz daha çekseydim daha çok sevap kazansaydım dedirir.Cefanın cazibesi yoktur aslında ama bir içine girdin mi çıkamazsın. Allah için çektiğin cefa seni aziz eder. Azizlikten kimse kaçmaz sanırım. Evet, bizim cefamız tutuklanmak değil artık devir değişti. Okumaktır, neşretmektir. Artık bizim vazifemiz nurların izah ve şerhleridir. Bu yolda çalışalım çalışalım çalışalım…

sorgulamak

orguSORGULAMAK
İnsan sorgular, kendisine verilen akıl sorgulamaya kabildir. Sorguladıkça yeni sorular çıkar karşısına ve sorgulamaya devam eder. Sorgucu olan ehli-fen asrında mukni cevaplar veren risaleinurlar lazımdır. Evet, insan sorgular kâinatı, Rabbi, peygamberi… Hazreti İbrahim gibi…
Eskiden dalaletler cehaletten gelirdi. Bunun yok edilmesi kolaydı. Zaten binden bir bulunurdu. Binden biri ise ancak ikna olurdu. Çünkü bildiklerini sanan cehli mutlaktaki varlıklardı. Bildiklerini sanan insanlar öğrenmeye karşı müstağni cahil insanların daniskasıdır. Cahil vardır.’’cahilim’’der… İlme açıktır. Bilmediğini bilir. Ama cahil vardır ki bildiğini sanar. Kalbini gözlerini kulaklarını küfürle mühürletmiştir. Fakat şimdi dalaletler fen ve felsefeden geliyor. Kendilerince ilmi dayanakları var. Onların örümcek ağından daha zayıf dayanaklarını çürütmek için ispat ve delil metodunu kullanmak lazım. İddialar delillerde çürütülür… Bu asır batıl iddiaların doruğa çıktığı bir asır. O zaman bu asrın müceddidi bürhanlarla cevap verecek. Delillerle aklı nurlandıracak kalbi mutmain edecek… Yoksa imanımız taklidi bir imandan ibaret kalır. Taklidi iman oturmamış imandır. Ne kalpte ne akılda hakkıyla oturmamıştır. En küçük bir taarruzda yıkılmaya mahkûmdur. Oysaki tahkiki imanda araştırıp sorgulayarak kazanılan imana ordular tehacüm etse, bir halt edemezler…’’Ne yani Allah’ın varlığını mı sorgulayacağız’’diye bir sual gelebilir. Bu soruya verilecek en güzel cevap şudur.’’hayır imanımızı sorgulayacağız’’…Eğer küfür kokan sözleri işitip cevap veremezsek sükût ederek tasdik etmiş olmaz mıyız? Ve yahut ta şüpheye düşmez miyiz? Ve yahut ta aklımıza kalbimize fenler tarafından konulan şüphelere cevap veremeyeceksek imanımız ne kadar kuvvetli? Risale-inur akıldaki kalpteki şüpheleri alıp götüren şiddetli bir rüzgâr gibidir… O rüzgâra karşı müstağni kalmak, kendi üflemesine itimat etmek…
Ve risaleinur bir kere okunup anlaşılacak eserler değildir. Çünkü ilimdir. Aklı doyurur. Marifettir, ibadettir tefekkürdü Ve dördüne de her daim ihtiyaç vardır. Her bir insan bir âlem ve her bir gün bir âlem. Bu yüzden her dün yeni âlemi başlar ve yeni sorular şüpheler vesveseler, ruh darlıkları… Bu yüzden her günü nurlandırmak lazım…’’zamanında çok okudum. İstifade etti, şüphelerim bitti’’demekle iş bitmiyor. Her âlem sorularla sorgularla dolu... Hakikat denizine dalıp şüphelerden kurtulmak varken, nefsimizin sorguları içinde boğulmak neden?
Ayrıca, malumunuz üzere yanlış anlaşılmasın. Din ilme karşı değil. Fakat dinle barışmayan hikmet dini ilme zıt buluyor. Ve küfür karanlığına mahkûm zulmetli münevverler kendilerini bilim adamı zanneden mezarı müteharriklerin, tabiata rablik verip buna ilim diyenlerin, sebeplere perestiş edip bunun adını da ilim diye koyanın, ilmi dinde yer almaz. Alamaz!’’ilim Çinde’de olsa gidiniz’’diyen bir zatın ümmetiyiz. İlayı kelimatullahın maddeten ilerlemeye bağlı olduğunu söyleyen bir üstadın talebeleriyiz. Her bir peygamber bir san’atta pir…

‘’elbette nev-i beşer, ahir vakitte ulum ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir."(sözler239)
Anlaşıldığı üzere din ilme zıt değil aksine… O zaman ‘’halıkımızı bize tanıttırmayan muallimlere’’lere karşın biz Halıkımızı fenlerden soracağız. Mana-i ismiyle öğretilen her ilmi mana-i harfiyle öğreneceğiz.’’Ne güzeldir’’diyen her söze karşın’’ne güzel yaratılmıştır’’diyeceğiz… İlme din namıma karşı çıkanlara;
’’Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder’’Diyeceğiz… Fen namına sorulan küfri suallerin cevabını Risaleinurdan vereceğiz… Kalbimize ve aklımıza bir şüphemi takıldı? Hemen nurlardan cevap arayacağız. Okuyacağız okuyacağız okuyacağız… Nefis ve şeytanımızın dahi hakikatlere karşı teslim olmasını isteyerek. Önce cinni şeytanları sonra insi şeytanları susturmak için…İmanımızı sorgulayan insi ve cinni şeytanların imansızlıklarını sorgulayacağız…Küfrün belini kıracağız…Ve rızayı ilahiye nail olacağız…İnşAllah…

1 Şubat 2009 Pazar

Asrın İmamı

ASRIN İMAMI
Asrın imamı olmalıydı tıpkı imamı rabbani gibi. 1000 yıllık dalaleti temizleyen. imamı rabbaniden sonra küfür tohumları ekilmişti. Ve o tohumlar yeşerdikçe yeşeriyordu. Artık küfür çağı deniyordu çağa. Allah lafzı dahi yasaklanmıştı Müslüman ülkede…
Biri çıkmış eline ku’ranı kerimi almış. ‘soğutacağım ‘diyordu. Evet, küfür komiteleri hızla çalışıyordu. Bu durumda hele ahir zamanda Allah artık müceddidini göndermeliydi. Evet, üstat, bahar mevsimini bekliyordu.’her yüzyılda bir müceddit gönderilecektir’Hadisince hele ki bu asrı Allah asla mücedditsiz bırakmayacaktı. Bu asrın hastalığını iyi bilen reçete sunan biri olmalıydı. Ve yazmalıydı. Ve bunu da ihlâsla yapmalıydı! İhlâsla yapması için de içtimai hayattan soyutlanması lazımdı. Evet, beşer zulmetmişti. Ama kader adalet etti. İhlâsla amel yapabilmesi için onu gençlik hayatından sekerat vaktine kadar sürgünle mahkûm etti. Evet, onun kaybedeceği bir şey yoktu. Rabbinin rızasından başka. Ki en büyük kayıpta oydu zaten. İsteseydi ulema-issu gibi olurdu, krallar gibi yaşardı. Fetva makamına oturur. Islama göre değil de başkalarının ağzındakini İslam diye sunabilirdi. Mükâfatlar karşısında. Ama ‘hayır’dedi. O sadece bir cereyandan yanaydı. İmanın cereyanından…
Ne istemişler ondan? Hesaplarına uymamıştı. Korkmuştular ondan. Haklıydılar korkmakta nurun nüfuzu gördükçe tamirini gördükçe tahribatçılar dehşete düştü. Saldırdılar sürdüler. Tutukladılar. Ama ne oldu. Bomboş uğraşlar. Beraat beraat beraat! Demek zorunda kaldılar. Evet, avukat tutmak isteyen kuranın bu asrındaki tefsirini tutsa kâfidir. O kendini müdafaa etti.
Şimdiki Müslümanlara ne oluyor da saldırıyorlar. Allah aşkına anlayan varsa söylesin. Düşmanı dahi münkir dahi hatta sarhoş dahi bu kadarına cesaret edemezken size ne oluyor? Ne istiyorsunuz? Üstattan talebelerinden ve nurdan. Davamız Müslümanlık diyorsunuz. Amma hiçbir menfaat değil de sırf Allah için çalışan bu abdlere sataşıyorsunuz? Kolay değil hizmet. Bu devirde cebinden çıkarıp bol keseden vermek! Acaba düşündünüz mü? Bu insanlar niçin bu kadar para harcıyorlar’hizmet’diye. Ve niçin saat yer dinlemeden koşuyorlar’sohbet ‘Diye?
Bu şahısların bir tenkidi var ki beni dehşete düşürür. Niçin kuran değil. Hey insan! Sen bilmez misin? Nuru kuran için okunuruz?(Ve zaten ayrıca kuranı da mealini de okuruz) Yoo, sen çok zekiysen tefsire ihtiyaç duymuyorsan. O başka. Emin olun öyle diyenler nur talebelerinden daha çok ayet biliyor değiller. Ben nurla yüzlerce ayet ezberledim.
Konu dağıldı. Seni anayım derken dertlerimi andım. Ah be! Üstadım biz dünyalıklar hiçbir şeyden vazgeçemezken ahiretinden dahi vazgeçen senin kıymetini bilemedik. Hakkıyla okuyamadık nurunu. Hakkıyla yaşamadık. Kader de başkasıyla tokat attırdı bize. Üstadım ruhun şad olsun! Peygamberle karşılıklı tahta kurulup konuşmak bize de nasip olsun! Ah üstadım. Benim yüzüm yok söyleyiver de peygambere bu akşam senle gelsin rüyama! Ah be üstadım seni anarken bile menfaatimi kullanıyorum. Seni çok ama çok seviyorum. Sen seni beğenenleri beğenmesen de ben seni beğeniyorum. Zaten beni beğenmezsin üstadım. Ruhuna binler fatiha…

ADAMLAR İSTER!

ADAMLAR İSTER!
Sadakatte kene gibi, metanette çam dağı gibi, sabırda güçsüzlüğüne rağmen azimle çalışan kaplumbağa gibi olacak adamlar ister bu hizmet!Gerekirse anadan yardan diyardan vazgeçecek ve vazgeçmişliğini bile düşünmeyecek adamlar ister bu hizmet!Rızayı ilahi dışında hiçbir şey düşünmeyen’’O razı olsa tüm dünya küsse ehemmiyeti yok’’düşüncesini kendine düstur eden ‘’Acaba o benden razı oldu mu? Düşüncesini bastıran,(yok eden demiyorum nefis öldürülemediği gibi nefsin istediği davranışlarda bastırılır. Bu yüzden nefisle mücahedeye büyük cihad denilir ya!)adamlar ister bu hizmet!Çile çektikçe ‘’hel min mezid’’yani daha yok mu? Diyen, her çileyi bir terakki vesilesi bulan ve musibette dahi sabır içinde şükreden adamlar ister bu hizmet!‘’Hizmetin gecesi gündüzü yok ‘’diyen, her an nerede bulunması gerekirse orada bulunmayı hayati vazife addeden ,’’benim bildiğim Zübeyir başıda gitse derse katılır’’diyen üstadına talebe olmaya layık adamlar ister bu hizmet!‘’Her an davamı nasıl anlatırım’’Düşüncesiyle durmadan koşuşturan ‘’of’’bile demeyen. Ki demeye vakti bile olamayacak adamlar ister bu hizmet!Rahmetli Nazım gökçek ağabeyin dediği gibi ‘’Bul yol aşk ve çile yoludur’’Diyen adamlar ister bu hizmet! Hizmette yüz adım ileri ücrette yüz adım geri giden adamlar ister bu hizmet! Nefsine binip at gibi koşturan Kur’an ahlakıyla ahlaklanan nebiye benzeyen adamlar ister bu hizmet!.. Sahabelerin isar hasletini yaşayan bu asırda iman hizmetiyle asrısaadeti andıran Ehlisüffe gibi terki dünya eden has adamlarda ister bu hizmet!Dava aşkında, çilede sadakatte metanette feragatte fedakârlıkta adeta birbiriyle yarışan adamlar ister bu hizmet!... Ömrünü daha çok hizmet yapabilecek arkadaşlarına adayabilecek kadar fedakârlık yapan adamlar ister bu hizmet!...Selam ve dua ile...

Muhabbete dair

Muhabbete dair

Muhabbet güzeldir... Dünyadaki iki yolun yolcusunun ayrıldığı nokta imandır. İman yolunun en kıymetli azığı ise muhabbet. Diğer yolun yolcusu ise adavetle azığını yani sermayesini boş yere tüketir…
Nasıl olurda muhabbet en kıymetli azık olur? İman nedir? İnanmaktır, kalben bağlanmaktır. O’na iman, O'nu tanımayı beraberinde getiriyor. Tanımak ise muhabbeti… Risale-i Nur'dan bir pasajla devam edelim…
’Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.‘’
İman muhabbeti getiriyor. Nasıl oluyor? Evet, önce kul ‘’Amentu billahi’’der. Sonra amentu dediği Zatı tanımak ister. Çünkü ‘’Allah'ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır." Tanıması ise isimlerini sıfatlarını tanımasıyla olur. Ve muhabbet devresi başlar…
İman ve marifetin meyvesi olur muhabbet. Ve insan lezzeti, meyveyi yediği zaman tadar. Ve muhabbet meyvesi’’lezzeti ruhaniye’’yi verir. Bu yüzdendir ki mü’min bu dünyada madden zindanda olsa da manen cennettedir. Bu yüzdendir ki hakiki ve elemsiz lezzet sadece imandadır…
Son cümleden sonra biraz yeis sardı ruhumu doğrusu. Çünkü dünyada elemi bazen son hadde kadar yaşadığımızı düşünüyoruz. Acaba hakkıyla tanıyamadık mı? Yoksa hakiki ve elemsiz lezzet derken, her anı kast etmiyor mu? Uhrevi işlerdeki lezzet midir söz konusu? Velhasılı kelam iman ve marifetin meyvesi olan muhabbeti kedersiz ve elemsiz lezzetle yemenin yolu, uhrevi işlerle uğraşmak… Yoksa dünyaya daldığımız miktarda elemler ve günahlar daha bu dünyadayken kalbimizi kanatır… Sadede geleyim…
Küfür yolunda da muhabbet vardır. Çünkü insan kendisine verilen bu manevi cihazı alaküllihal kullanacaktır. Fakat bir fark vardır. Küfür yolunda adavet edilmesi gereken şeylere muhabbet vardır. Muhabbet edilmesi gereken şeylere adavet vardır. İman yolunda ise tam tersidir… Küfür yolunda muhabbeti başına beladır. Çünkü âşık olduğu her meta elinden gider… Adaveti başına beladır. Hasedi kendini yer bitirir…
Evet, küfür yoluna layık muhabbet ve adaveti acaba kalbimizde besliyor muyuz?Bi soralım kendimize…

14 Ocak 2009 Çarşamba

Risaleinur nedir?

Hz. Mevlâna benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nur'u; ben o­nun zamanında gelseydim, Mesnevî'yi yazardım. o­nun hizmeti Mesnevî tarzındaydı, şimdi ise Risâle-i Nur tarzındadır."
Bediüzzaman Said Nursî'ye ait olan bu söz, o­nun hayatının en büyük meyvesi olan Risâle-i Nur Külliyatı'nın niçin telif edildiğini ve hangi ihtiyaçlara cevap verdiğini özlü bir şekilde ifade etmektedir. Çağımızın özelliklerini tahlil ve mânevî hastalıklarını teşhis eden Bediüzzaman, "Zaman imânı kurtarmak zamanıdır" formülü çerçevesinde kaleme aldığı Risâle-i Nur'la, bu zamanın mânevî ihtiyaçlarına tatminkâr cevaplar veren bir imân hazinesini ortaya koymuştur.
Neden zaman imânı kurtarmak zamanıdır?
Çünkü çağımızda imân, eski devirlerde görülmemiş hücum ve taarruzlarla karşı karşıyadır. Eskiden topluma büyük ölçüde teslimiyete dayalı Modern zamanların anlayışı, bilgi edinmeyi insanın nefsinden bağımsız bir hale getirmiştir. Öyle ki, modern bilime göre, bilginin kaynağı eşyanın bizzat kendisidir ve aklını kullanan ve yeterli inceleme cihazları olan herkese kâinatın kapıları açıktır. Gözle görünür ve elle dokunulur herşey hakkında nefsî hâletimiz ne olursa olsun bilgi edinebiliriz. Buna göre, meselâ bir bilim adamının ahlâkı ve kendisine bakışı en fazla kendi özel hayatını ilgilendirir. Bu adam bilgi edinme işini kurallarına göre yapıyorsa, bize sunduğu bilgilerin sıhhatinden şüphe etmemize gerek yoktur. Yani insanın kâinata ve kendisine bakışı ne olursa olsun dışarıdan alacağı bilgilerde bir değişiklik beklememememiz gerekiyor. hâkimdi. O itibarla, büyük zâtların sözleri delilsiz olsa bile kabul ediliyordu. Bugün ise materyalist görüşlerin yaygın hale gelmesi sebebiyle, imânı tehdit eden şüpheler birçok zihni meşgul edecek seviyeye ulaşmıştır.Asırlardır Kur'ân aleyhine yığılagelen şüphe, itiraz ve evhamlar, bu asrın çalkantıları içinde yol bulup, çağın modern imkanları da kullanılarak birçok insana mal edilebilmiştir.
İşte Bediüzzaman Said Nursî, bu gelişmelerin, Müslümanların dahi imânını tehlikeye sokacağını görerek, bir sel gibi gelen inançsızlık telkinleri karşısında, doğrudan doğruya Kur'ân'dan ilhâm alarak telif ettiği Risâle-i Nur gibi sağlam bir engeli vücuda getirmekte başarılı olmuştur.
Bu eserlerde,
her insanın zihnini meşgul eden ve modern çağ insanlarının da ilgisiz kalamayacağı, "Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Bu dünyadaki vazifem nedir?" sorularına doyurucu açıklamalar getirilmekte;
başta Allah'a imân olmak üzere bütün imân esasları izah ve ispat edilmekte;
bu konularda fen ve felsefe adına ortaya konulan şüphe ve sorular ikna edici bir üslûpla cevaplandırılmakta;
ilimle dinin uzlaşmazlığı yolundaki iddialar püskürtülerek, ilme din nâmına sahip çıkılmakta;
İslam'ı dejenere maksadıyla girişilen tahrifatçı tahrip teşebbüsleri boşa çıkarılmakta;
maddeci anlayışa bina edilen medeniyetin insanlığı sürüklediği manevi buhranlar, Kur'ân'ın tevhid ve haşir gibi geniş hakikatlarına dair aklı doyuran, ruhu okşayan, kalbi tatmin eden tatlı izahlarla tedavi edilmekte;
ruhun ve kalbin çalışmamasından doğan sıkıntıların sürüklediği zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük ve başıboşluk hâli, Kur'ân mesajıyla ortadan kaldırılmaktadır.
Modern çağ insanının aradığı Kur'ân yorumunu, en mükemmel şekliyle Risâle-i Nur'da bulmak mümkündür. Bu yorum, "ruh-u aslî" yi rencide etmeden, asrın idrakine uygun izahları içeren bir özelliğe sahiptir. Risâle-i Nur, Kur'ân'ın bu asra bakan mesajını anlayıp yorumlama konusunda "tecdid" vazifesini yerine getirmiştir.

Bediüzzaman kimdir?

Bediüzzaman Kimdir? 1.Meşrutiyet
Bediüzzaman Said Nursi(Ocak-Mart 1878 - 23 Mart 1960)Risale-i Nur EnstitüsüGençliği ve Tahsil Hayatı: I. Meşrutiyet DevriBediüzzaman Said Nursi’nin doğduğu yıl Osmanlı Devleti, Balkanlar ve Kafkasya’da, Rusya’yla savaşmaktaydı. Osmanlı tarihçilerinin Rumi takvime göre ‘93 Harbi’ diye adlandırdığı 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı, hem Osmanlı Devleti hem de Batılı Devletler için yeni bir dönemin başlangıcını teşkil edecek kadar önemlidir. Rusya’nın Sırpları kışkırtması ile Bosna-Hersek ve Karadağ’da başlayan isyanlar, Avrupa’nın yarısını ve Osmanlı Devleti’nin tamamını etkileyecek kadar büyük bir savaşa sebep olmuştu. Bu sırada Osmanlı Devleti, Meşrutiyeti ilan etmiş; siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda büyük değişikliklere yol açacak olan anayasal parlamenter sistemi yürürlüğe koymuştu. Nisan 1877’de, Rusya’nın savaş ilanıyla Kafkas ve Balkan Cephelerinde başlayan çarpışmalar, Osmanlı kuvvetlerinin sürekli olarak geri çekilmesi ile sonuçlandı. Ruslar, batıda Plevne’yi düşürdükten sonra Balkanları boydan boya istila ederek, İstanbul’a 18 kilometre uzaklıktaki Yeşilköy’e kadar gelmiş, doğuda Ardahan, Oltu, Kars’ı alarak Erzurum’a girmişti. Bu esnada, Osmanlı ülkesinde ekonomik kriz had safhada idi. Halk, fakirlik ve salgın hastalıklardan ayakta duramaz hale gelmişti. Parlamento, devam etmekte olan savaş yüzünden sağlıklı çalışamadığı, ülkenin acil olarak çözüm bekleyen sorunlarına pratik çözümler üretemediği için çalışmalarına ara vermişti. Savaşın sonunda Yeşilköy’de imzalanan Ayastefanos anlaşması ile Osmanlı, Balkanlarda ve Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybetmişti. Tuna Cephesinde Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığına kavuşmuş ve Bulgaristan prensliği kurulmuştu. Kafkas Cephesinde ise Batum, Kars, Ardahan ve Doğubeyazıt Ruslara bırakılmıştı. Osmanlı Devletinin ödemesi gereken ağır savaş tazminatı, uzun yıllar süren ekonomik çöküntüye yol açmıştı.Anlaşmadan sonra terk edilen topraklarda yaşayan Müslüman ve Türk nüfusun her türlü zor şartlar altında başlayan göç dalgaları, ülkedeki durumu daha da ağırlaştırmıştı.Bediüzzaman Said Nursi, yeni bir devrin başlangıcı sayılan bu gelişmeler yaşanırken dünyaya geldi. 1878’de1 Bitlis’in Hizan ilçesinin Nurs köyünde doğan Bediüzzaman, ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan aldı. Tağ Köyü’ndeki medresede öğrenim hayatına başladığında sekiz yaşındaydı. Beş yıl süren tahsil hayatı boyunca, bir çok medresede kısa sürelerle bulunarak ders aldı. Bu süre zarfında Kur’an’ı hatmetti ve medrese eğitiminin temeli olan sarf ve nahiv kitaplarını İzhar’a2 kadar okudu. Sonunda, Doğu Beyazıt’ta bulunan Şeyh Mehmet Celali’nin medresesinde üç ay süren bir eğitim gördü.3 Burada, medrese eğitiminde yer alan kitapların yanında pek çok başka kitabı da okudu. İcazetini4 alarak Doğubeyazıt’tan ayrılan Said Nursi, son derece hareketli geçen tahsil hayatında, çok genç yaşta iken klasik medrese eğitiminin sınırlarını aşan engin bir birikime sahip oldu.Doğudaki ilim merkezlerine tek tek giden Said Nursi, o dönemin medrese alimleri arasında gelenek halinde olan ilmi münazaralara katıldı. Keskin zekası ve güçlü hafızasının yardımıyla bu münazaralardan başarıyla çıktı. Şarktaki medrese alimleri karşısında ilmi rüştünü fiilen ispatlamış olan Said Nursi’nin genç yaşta ulaştığı ilim seviyesi, herkesi hayrete düşürmüştü. Anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anlaması ve mütalaa ettiği kitapları kolaylıkla ezberine alması gibi farklılıkları sebebiyle, zamanın alimleri ona “Bediüzzaman”5 lakabını uygun görmüşlerdi.1893 yılında, Miran aşiret reisi Mustafa Paşa’yı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için6 Cizre’ye giden ve burada bir müddet kalan Said Nursi, 1894’te Mardin’e geldi. Mardin’de kaldığı süre zarfında her türlü sosyal faaliyetin içinde bulunan Bediüzzaman, burada karşılaştığı Şeyh Cemaleddin Afgani’nin bir talebesinden Afgani’nin siyasi fikirlerini tanıma fırsatı buldu.7 Siyasetle ilgilenmeye de ilk defa Mardin’de başlayan Bediüzzaman, tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri durmuyordu. Bulunduğu topluluklarda tartışmalara neden olan Said Nursi’yi, Mardin Mutasarrıfı bir tedbir olarak il hudutları dışına çıkarmak zorunda kaldı. Bitlis’e gelen Bediüzzaman’ın ilmi vukufiyeti ve farklı kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşanın dikkatini çekmiş ve Vilayet konağında kalarak çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis etmişti. Konağın büyük kütüphanesi İslami ilimlere ait olan eserleri tamamen mütalaa ederek çalışmasına müsait zemin oluşturmuştu. Bitlis’te geçirdiği iki yıllık süre Bediüzzaman’ın İslami ilimlerde derinleşmesine vesile olmuş, ilmi üstünlüğü ulema ve nüfuzlu kimseler arasında ona, hatırı sayılır bir şöhret kazandırmıştı. Bu arada onun ulema ve halk arasındaki şöhret ve itibarından etkilenen Van Valisi Hasan Paşa, Van’a gelmesi için ısrarla davet ediyordu.İki senelik Bitlis hayatından sonra Said Nursi, Vali Hasan Paşa’nın daveti üzerine gittiği Van’da on yıl kadar kaldı. Hasan Paşa’nın yerine tayin olunan İşkodralı Tahir Paşa da Said Nursi ile ilişkilerini devam ettirmiş ve aralarında samimi bir dostluk kurulmuştu. Bediüzzaman konağın kendisine ayrılan bölümünde uzun süre kalarak çalışmalarına devam etmişti. Çeşitli gazete ve dergilerin de zamanında bulunabildiği konağın zengin kütüphanesi, Bediüzzaman’a çeşitli konularda derinleşmesi için iyi bir imkan oluşturmuştu. Said Nursi, burada Paşa’nın kütüphanesindeki pozitif bilimlere ait kitapları da inceleyecek çalışma imkanını buldu. Bir yandan tarih, felsefe, coğrafya, matematik, kimya, jeoloji ve felsefe ile ilgilenirken, diğer yandan içinde yaşadığı toplum yapısını çok yakından inceleme ve tanıma fırsatına sahip oldu. Osmanlı cemiyetinin içinde bulunduğu sıkıntıların aşılmasında eğitime çok önemli bir rol düştüğünün farkındaydı ve medreselerde din ilimleriyle birlikte müsbet ilimlerin de okutulması gerektiği kanaatine vardı. Hatta bu yolda eğitim esasları ve yönetim şekliyle bir de üniversite projesi zihninde teşekkül etmiş, bundan sonraki hayatının en büyük iki gayesinden birini oluşturan idealindeki bu üniversiteye, “Medreset-üz Zehra” adını vermişti.8Valinin konağında ilmi çalışmalarına devam ederken, bir yandan da kendine ait Horhor Medresesinde ders veriyordu. Tahir Paşa, bir gün ona, konağa getirilen gazetelerin birinde, İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı Gladstone’un Avam Kamarasında yaptığı konuşmanın haberini okudu.Habere göre Gladstone elinde bir Kur’an-ı Kerim ile kürsüye gelerek: “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp yapıp, bu Kur’an’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” demişti.9 Bu söz Said Nursi’nin dünyasında fırtınalar koparmış ve hayatının belki de en önemli kararını vermesine yol açmıştı. Gladstone’un sözüne karşılık olarak, “Ben de Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez ebedi bir güneş gibi mucize olduğunu dünyaya ilân edeceğim” diyen Bediüzzaman, hayatının diğer bir gayesi olarak “Kur’an’ın bu asra bakan manevi mucizesi”ni insanlara ispat ederek gösterme kararını verdi.10Van’daki uzun ikametinin neticesi olan bu karar ve Şarkta kurulmasını istediği üniversite fikri, Said Nursi’nin bundan sonraki hayatını şekillendiren en önemli iki hareket noktasıydı.Van’ın, Said Nursi gibi bir deha için çok küçük olduğunu düşünen tecrübeli Osmanlı Paşası Van Valisi Tahir Paşa, onu İstanbul’a gitmesi için teşvik ediyordu. Ve nihayet Said Nursi, 1907 yılının başlarında İstanbul’a gitmeye karar verdi. Maksadı, fen ilimleriyle din ilimlerinin birlikte okutulacağı, idealindeki üniversite düşüncesini hükümete iletmekti. Tahir Paşa’nın Sultan Abdülhamid’e hitaben yazdığı referans mektubunu alan Bediüzzaman, önce karayoluyla Trabzon’a, oradan da gemiyle İstanbul’a gitti.11İstanbul’da ilk önce Ferik Ahmed Paşa’nın evine yerleşti.12 İlk iş olarak, Doğu’da kurulmasını istediği üniversite ile ilgili bir dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayun’a sundu. Ancak, hükümet dilekçenin konusu olan üniversite projesinin önemini kavrayamadı ve bunu gerçekleştirmek için hiçbir teşebbüste bulunmadı. Bediüzzaman, İstanbul’a gelişinden iki ay sonra Fatih’teki Şekerci Han’da kalmaya başladı.13 Burada odasının kapısına “Burada her suale cevap verilir, her müşkil hallolunur; fakat sual sorulmaz” diye bir yazı astı. İçerisinde alimlere ve aydınlara gizli bir meydan okuma da bulunduran bu davet, kısa sürede bütün İstanbul’a yayıldı.İlim adamları, medrese hocaları, talebeler, siyasetçiler, herkes bu Şarktan gelen keskin zekalı ve garip kıyafetli adamı konuşmaya başladı. İnsanların yavaş yavaş bu genç alimin etrafında toplanmaya başlaması hükümetin evhamlanmasına sebep oldu. Birkaç kere tutuklandı ve serbest bırakıldı. Said Nursi’den kurtulmak isteyen hükümet, onu bir defa da Tımarhaneye gönderdi.14 Bunun muhalifleri sindirmek için başvurulan bir yol olduğunu bilen Said Nursi: “Akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum. O çeşit akıldan istifa ediyorum”15 diyerek kendisini susturmak isteyenlerle uzlaşmadı. Toptaşı Tımarhanesi doktorunun, “eğer bu adamda zerre kadar cünun varsa dünyada akıllı adam yoktur” diye rapor vermesiyle de serbest bırakmadılar ve tımarhaneden alarak hapishaneye gönderdiler.Gözaltında iken Zaptiye Nazırı Şefik Paşa, kendisini ziyaret ederek Padişahın selamıyla birlikte İhsan-ı Şahaneden 1000 kuruşu takdim etmişti. Şefik Paşa, O’nun eğitim hakkındaki teklifinin Bakanlar Kurulunun gündemine alındığını, kendisinin de açılacak üniversiteye otuz lira maaşla rektör tayin edildiğini ve maaşının hemen başlayacağını da tebliğ etmişti. Bediüzzaman ise bunun bir sus payı olduğunu ifade ederek, kendisine takdim edilen makamı ve ihsanı reddetmiş ve derhal padişahla görüşmek istemişti. Hayretler içinde oradan ayrılan Şefik Paşa’dan ve hükümetten herhangi bir haber çıkmamış, Bediüzzaman da hapishanede kalmaya devam etmişti.16


Dipnotlar:1. Doğum tarihi için bkz.: Doğum Tarihi.2. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Germany 1994, s. 68.3. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990, C.1, s. 10.4. Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi, İstanbul 1972, s. 198.5. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990, C.1, s. 23; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C. 1, s. 76.6. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, İstanbul 1993, s. 28.7. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, İstanbul 1993, s. 33.8. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990. C.1, s. 24.9. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s.438.10. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Germany 1994, s. 83.11. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Hayatı, İstanbul 1993, s. 4512. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.1, s. 142.13. Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediyyât, s.331.14. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, İstanbul 1995, s. 87.15. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 303.16. Bediüzzaman Said Nursi, Asar-ı Bediiyyât, s. 331


II. Meşrutiyet Devri
Said Nursi’nin hapiste olduğu o günlerde İstanbul kaynıyor, meşrutiyet ve hürriyet tartışmaları yapılıyordu. Serbest bırakılmasından kısa bir süre sonra 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyetin üçüncü gününde, Sultanahmet’te düzenlenen mitingde halka hitaben hürriyeti anlatan bir nutuk okudu. Daha sonra İttihatçıların ileri gelenleriyle birlikte Selanik’e giderek, Selanik Meydanı’nda tekrarladığı ve metnini birçok gazetenin yayınladığı “Hürriyete Hitap”17 adlı nutkunda, meşrutiyet ve hürriyet kavramlarının İslâmiyet’e aykırı olmadığını anlatıyordu.
Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul’da çok hareketli bir siyasi hayat yaşıyor, cemiyetlere üye oluyor, gazetelerde makaleler yazıyor, konferanslara ve toplantılara katılıyor, kendisine yakın bulduğu toplumsal gruplara nasihat ediyordu. Yine bir gün Şehzadebaşı’ndaki Ferah Tiyatrosu’nda, Ahrar Partisi’nin ileri gelenlerinden Mizan gazetesi başyazarı Murad Bey’in bir konferansı sırasında İttihatçılar kargaşalık çıkarmış ve Murad Bey’i vurmaya teşebbüs edecek kadar ileri gitmişlerdi. Kargaşanın kötü sonuçlar doğuracağını anlayan Said Nursi, oturduğu iskemlenin üstüne çıkarak, fikre saygı gösterilmesi gerektiğini anlatıp, salondaki heyecanı yatıştırmış ve büyük bir kavgayı önlemişti.18
O dönem İstanbul’u, bir çok siyasi ve sosyal olaylarla kaynıyordu. Hamalların, İttihatçılara ve Meşrutiyete karşı bir ekonomik engelleme hareketi olarak başlattıkları boykot da bu olaylardan biriydi. Böyle hareketli bir ortamda, İstanbul’da yaşayan ve hamallık yapan Kürtlerin kandırılarak anarşik olayların içine çekilmesinden endişe eden Said Nursi, hamalların yoğun olarak bulunduğu yerleri, özellikle kahvehanelerini gezerek onlara Meşrutiyeti anlatıyor ve boykotu, o sıralarda Bosna Hersek’i ilhak eden Avusturya’nın mallarına karşı yapmalarını tavsiye ediyordu.19 Bu görüşmeler sonucunda hamallar ikna olarak boykotlarını yalnızca Avusturya mallarına karşı uyguluyorlardı. Böylelikle Bediüzzaman, hem çıkması muhtemel bir anarşiyi önlemiş, hem de Avusturya mallarına karşı boykot başlatarak Osmanlı Devleti’nin Milletlerarası politikada Avusturya’ya karşı mesafe kazanmasına öncülük etmişti.
O sıralarda Meşrutiyetten ve İttihatçılardan rahatsız olan sadece hamallar değildi. Medrese çevresinde yer alan ulema ve talebeler de meşrutiyetin, anayasanın, hürriyet uygulamalarının İslâmiyet’e aykırı olduğuna inandıkları için içten içe rahatsızdı. Bu rahatsızlığın farkında olan Said Nursi, o devirde yayınlanan bütün gazetelerde makaleler yazarak, İslâmiyet ve meşrutiyet arasındaki uygunluğu, dört hak mezhebin klasik kaynaklarına dayanan delillerle ispat ediyor, medrese mensuplarının toplandıkları yerlere giderek etkili hitap ve nutukları ile onları ikna etmeye çalışıyordu.20
Bu arada Meşrutiyetin ilanından dolayı Doğu’da meydana gelen gerilimin de farkındaydı. Hemen harekete geçerek aşiret reislerine Bediüzzaman imzasıyla telgraflar çekti.21 Hükümet adına çekilen bu telgraflarda, yine meşrutiyetin ve anayasal sistemin İslâmiyet’e aykırı olmadığını anlatıyordu. Doğu illerindeki nüfuzlu şahıslara ulaşan bu telgraflar, oradaki gerilimi hayli yatıştırmıştı.
Askerler de yeni yönetimin kendilerine yönelik uygulamalarından rahatsız olunca, kışla dışındaki heyecanlı havanın da tesiriyle üst ve amirlerine, özellikle de Harbiyeli subaylara karşı tepkilerini belirtmeye başlamışlar, meşrutiyetin ve İttihatçıların aleyhine yapılan toplantı ve mitinglerde boy gösterir olmuşlardı. Bu durumun askeriyedeki itaat ve disiplini bozarak telafisi mümkün olmayan tahribata sebebiyet vermekte olduğunu gören Bediüzzaman, İstanbul’un muhtelif yerlerindeki avcı taburlarını dolaşarak onlara nasihatlerde bulunuyordu. Askerlere meşveret ve anayasanın İslami esaslara tam uyduğunu, İslamiyetin de üstlere itaati emrettiğini ve siyasete karışmamaları gerektiğini anlatıyordu.22
13 Nisan 1909 (Rumi 31 Mart 1325) tarihine gelindiğinde ayaklanma başlamış ve başkent İstanbul’un kargaşası had safhaya ulaşmıştı. Bu karışıklığın üçüncü gününde Said Nursi, gazetelerde, ayaklanan askerlere hitaben bir yazı yayınlamış ve dördüncü gününde de Harbiye Nezaretine gidip isyan eden askerlere hitap ederek onları üstlerine itaat etmeye ve isyana son vermeye davet etmişti. 11 gün süren isyanı Selanik’ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu bastırdı ve sıkıyönetim ilan etti. İsyanın elebaşıları o zamanın sıkıyönetim mahkemesi olan Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanarak bir çoğu idam edildi. Yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen Bediüzzaman da olaya karıştığı iddia edilerek tutuklandı ve Divan-ı Harb-i Örfi’de, idam talebiyle yargılandı. Duruşma sırasında ikna edici bir üslupla yaptığı müdafaa sonunda beraat etti. Tesirli müdafaasıyla kendisi ile birlikte bir çok kişinin de beraat etmesini sağladı. Bu müdafaa daha sonra “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfi” adıyla neşredildi.
Serbest bırakıldıktan sonra İstanbul’dan ayrılan Said Nursi, deniz yoluyla İnebolu üzerinden Trabzon’a oradan da Batum, Tiflis güzergahını izleyerek 1910 yılı baharında Van’a ulaştı. Birkaç ay Horhor Medresesinin yeniden düzenlenmesi işiyle meşgul olduktan sonra; Hakkari, Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerini dolaşarak, bölgedeki aşiretleri ziyaret etti. Onların meşrutiyet, hürriyet ve anayasa hakkında sordukları sorulara cevaplar vererek ikna edici açıklamalarda bulundu. Meşrutiyet ve meşveretin İslami temellerini onlara anlatarak meşrutiyetin nimetlerinden faydalanmaları için gayret göstermelerini istedi. Daha sonra bu seyahatler esnasında yaptığı görüşmelerin ve açıklamaların özetini “Münazarat” adı altında yayınladı.
Kış mevsiminin girmesiyle birlikte Bitlis, Diyarbakır, Urfa, Antep, Kilis ve Halep üzerinden Şam’a gelen Said Nursi, alimlerin daveti üzerine Emeviye Camii’nde bir hutbe verdi. İslam dünyasının siyasi, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını anlattığı hutbesi “Hutbe-i Şamiye” adı ile neşredildi.
Şam’dan İstanbul’a gitmek üzere yola çıkan Said Nursi, “Medreset-üz Zehra” adını verdiği üniversitenin projesini Sultan Reşad’a iletmek amacıyla İstanbul’a gitmeye karar verdi. Karayoluyla Beyrut’a, buradan da deniz yoluyla İstanbul’a geldi. İstanbul’da Sultan Reşad’ın tahta çıkışının ikinci yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törenlere katılan Bediüzzaman, Padişahın Rumeli seyahatine Şark vilayetlerini temsilen iştirak etti. İstanbul’dan Selanik Limanı’na Barbaros zırhlısı ile gelen kafile, daha sonra trenle, o yıllarda Kosova Sancağı’nın başkenti olan Üsküp’e gitti.23
Seyahatin Üsküp’deki bölümünde, burada kurulması planlanan Üsküp Üniversitesi’nin temeli atıldı. Ancak bu seyahatten kısa bir süre sonra Balkan Savaşları başladı ve Üsküp Üniversitesi’nin yapımı mecburen durdu. Said Nursi, Doğu’nun böyle bir üniversiteye daha çok ihtiyacı olduğunu Sultan Reşad’a anlatarak, Üsküp Üniversitesi için ayrılan tahsisatla Doğuda bir üniversitenin kurulmasını teklif etti. Bu talebi hükümetçe kabul edildi.24 Böylece Medreset-üz Zehra için istediği kararı hükümetten çıkaran Bediüzzaman, İstanbul’dan ayrılarak Van’a döndü. Medreset-üz Zehra’nın temeli, 1913 yılının yaz aylarında, Van Valisi Tahir Paşa ve diğer resmi görevlilerin katıldığı bir merasimle, Van Gölü kıyısındaki Artemit’te atıldı.25
Ancak bu defa da I. Dünya Savaşının başlaması bu projenin de ertelenmesine sebep oldu. Said Nursi de talebeleriyle birlikte Doğu Milis Teşkilatı’nı kurdu ve Van-Bitlis cephesinde gönüllü alay komutanı olarak Ermenilere ve Ruslara karşı savaştı.26 Bu savaş esnasında, Rus birliklerinin açtıkları ateş sonucu bir çok kere yaralanmasına rağmen hep ön saflarda çarpışıyordu. Etrafına şarapnel parçaları düşerken bile Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu ispat yolunda telifata devam ediyordu. Kur’an’ın mucizeliğini çağın insanına göstermek için telifine başladığı “İşarat-ül İcaz” adındaki tefsirini cephede fırsat buldukça yanındaki talebesine yazdırıyordu.27
Bitlis savunması sırasında bir çok talebesi şehid olmuş, yanında yalnızca dört talebesi kalmıştı. Bediüzzaman bir gece, Rus hatlarını yarıp geçmek isterken yüksekçe bir su kemerinden atladı ve bir ayağı kırıldı. Gecenin karanlığında ayağı kırık olarak bir su arkının içinde otuz saat bekledikten28 sonra29 Ruslara teslim olmak zorunda kalan Said Nursi’yi önce Van’a, sonra Culfa, Tiflis, Klogrif üzerinden Rusya içlerindeki Kosturma’ya sevk ettiler.30
Bediüzzaman Kosturma’daki esir kampında diğer esir subaylarla birlikte kalıyor, geçirilen esaret günlerini en verimli şekilde değerlendirmek üzere faaliyetler gösteriyordu. Esir kampı, önceki hayatları harp meydanında çatışmalarla ve cepheden cepheye intikal ile geçen esir subaylar için bir ilim-irfan meclisi, imanlarını kuvvetlendirecekleri bir marifet mektebi olmuştu.31
Esaret günleri, Bediüzzaman’ın subaylara yaptığı derslerle geçerken, Rusların Kafkas Orduları Komutanı Grandük Nikola Nikolaviç, kampı teftişe gelir. Grandük Nikolaviç Bediüzzaman’ın önünden geçerken, kendisini tanıdığı halde ayağa kalkmaz. Bunu kendine bir hakaret kabul eden Nikolaviç, Bediüzzaman’ın idamını emreder. Fakat onun “ben bir İslam alimiyim, imanın ve İslamiyetin izzetini muhafaza etmek için ayağa kalkmadım” şeklindeki açıklaması ile hata ettiğini anlayarak, emrini geri alır. Kosturma’daki esir kampında cereyan eden bu olay, yıllar sonra gazetede bir subayın hatıralarında yer aldığında, Bediüzzaman tarafından da doğrulanmıştı.32
Bir süre esir kampında kaldıktan sonra Ruslar, onun, Kosturma’daki Tatar mahallesinde bir camide kalmasına kefaletle izin verdiler.33 Bediüzzaman, Volga Nehri kenarındaki bu camide hem imamlık yapıyor hem de iman sohbetlerine devam ediyordu. Hayli uzun bir aradan sonra yalnız kalma fırsatını da böylece yakalamış ve bütün hissiyatını, fikirlerini gözden geçirmeye başlamıştı. Bu tefekkür kendi tabiri ile onu “Eski Said’den Yeni Said’e” götüren yeni bir anlayışın ilk işaretleriydi.34
Şubat 1917’de başlayan Rus ihtilali, Rusya’yı alt üst eden büyük bir karışıklığa sebep olmuş ve Çarlık rejimi yıkılmıştı. Ancak yeni rejimin ülke çapında disiplini sağlaması zaman alacaktı. İhtilalin sebep olduğu bu karışıklıktan istifade eden Said Nursi firar etti. Kosturma’dan Petersburg’a geçerek Varşova’ya gitti. Buradan da Viyana’ya geçti ve Alman makamları tarafından düzenlenen bir belgeyle de Sofya üzerinden İstanbul’a geldi.35 Yaklaşık iki buçuk yıl süren esareti sona ermişti.
Bediüzzaman, 25 Haziran 1918’de İstanbul’a geldiğinde büyük bir ilgiyle karşılandı. Tanin gazetesi onun İstanbul’a gelişine birinci sayfada yer vermişti.36
Bediüzzaman’ın, I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesindeki kahramanlıklarının ve ilmi vukufiyetinin farkında olan Enver Paşa, İstanbul’da kurulma aşamasında olan Dar-ül Hikmet-il İslamiye’ye onun da aza olarak tayin edilmesini hükümete teklif etti.37 Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin teklifi ile de Sultan Vahidüddin tarafından kendisine İlmiye’de Mahreç payesi verildi.38 “Mahreç Mevleviyyeti” olarak da anılan bu paye, Osmanlı ülkesindeki bütün resmi ulemanın reisi olan ‘Başmüderris’ten sonraki ilmi rütbe anlamına geliyordu. Ancak Bediüzzaman, doktorların tavsiyesiyle dinlenmek üzere Çamlıca’da kendisine tahsis edilen Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’ne yerleşti.39 Burada hem istirahat ediyor hem de telifata ve neşriyata devam ediyordu. Kafkas cephesinde gönüllü birliklerinin başında iken Arapça olarak telif ettiği “İşarat’ül İcaz” adlı Kur’an tefsirinin kağıdını bizzat Enver Paşa temin etmiş ve neşredilmişti. Bundan sonra, İman rükünlerinin ispatına dair “Nokta”, çeşitli ayet ve hadisleri tefsir eden “Sünuhat”, Hz Muhammed’in (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden “Şuaat”, Kur’an’ın mucizeliğini anlatan “Rumuz”, sosyal konularda “Tuluat”, tevhidin ispatı hakkında “Katre”, özlü sözleri içine alan “Hakikat Çekirdekleri”, ahlak ve ubudiyet derslerini ihtiva eden “Habbe”, “Zerre” ve “Şemme” adlı risalelerini yazdı ve yayınladı. Dar-ül Hikmet’ten kendisine ödenen maaştan ancak zaruri ihtiyaçları için bir miktar ayırıyor, geri kalan para ile de eserlerini bastırarak ücretsiz dağıtıyordu.40 Bu arada Bediüzzaman’ın fikirlerini çok beğenen ve yaptığı hizmetleri yakından takip eden Sadrazam Said Halim Paşa, Yeniköy’deki yalısını çok büyük arazisi ile beraber ona vermek istemişti. Bediüzzaman bu köşkte hem ilmi çalışmalarına devam edebilir, hem de çok sıkıntılı ve yorucu geçen hayatının bundan sonraki kısmını rahatça geçirebilirdi. Fakat Bediüzzaman, hizmetindeki ihlasa zarar gelmemesi için II.Abdülhamid’in teklifini reddettiği gibi Said Halim Paşa’nın teklifini de reddetti. Çamlıca’daki dinlenme günlerinde Kosturma’da filizlenen ve dünyanın fani yüzünü gösteren tefekkür yeniden başlamıştı. İstanbul’daki siyaset de onu bunaltmıştı. Yeni bir ruhi uyanışın sancılarını yaşayan Bediüzzaman, sık sık Beykoz’daki Yuşa Tepesi’ne çıkarak tefekküre dalıyor ve dünyayla olan bağlarını tamamen koparmaya çalışıyordu.
Bediüzzaman’ın Eski Said’den Yeni Said’e geçiş sancıları çektiği dönemde, Devlet-i Aliye de yıkılış sancıları ile kıvranıyordu. Said Nursi’nin Dar-ül Hikmet-il İslamiye’ye tayin edildiği günlerde Osmanlı Devleti, Mondros Mütarekesini imzalamıştı. Mütarekenin sonucu olarak da 13 Kasım 1918’de İstanbul, Müttefik Kuvvetler tarafından işgal edilmeye başlanmıştı. İstanbul’a asker çıkaran İngilizler önce Şehzadebaşı Karakolu’nu basmışlar, sonra hızla başkenti ele geçirmişlerdi. Müttefik Devletlerden İngiltere sadece İstanbul’u işgal etmekle kalmıyor aynı zamanda Türkiye’de kendi politikalarını destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. İttihatçılara muhalif yazarlar, bilim adamları, öğretim üyeleri ve politikacılardan çok sayıda İngiliz yanlısı vardı. Hatta bu grup ‘İngiliz Muhipler Cemiyeti’ adı altında bir de resmi cemiyet kurmuş, fahri başkan olarak da Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’yi seçmişlerdi. İngiliz yanlısı kamuoyu ciddi kuvvet kazanmıştı. Bunun üzerine Bediüzzaman, ulema çevresinden de İngiliz propagandalarına destek verenlerin etkisini kırmak ve halkı uyarmak için “Hutuvat-ı Sitte” adlı eserini yayınladı.41 Bu hareketi, İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Harrington’ın emriyle ölü veya diri ele geçirilmek üzere aranmasına sebep oldu.42 Yakalanma tehlikesine karşı sürekli yer değiştiren Bediüzzaman, Hutuvat-ı Sitte’yi gizli olarak matbaalarda çoğaltıyor ve İstanbul’un önemli yerlerinde dağıttırıyordu. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybediyordu. Anadolu’da başlayan İstiklal Savaşı’nın ve Kuva-yı Milliye’nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin de baskısıyla çıkarılan Şeyhülislam fetvasına karşı bir de fetva yayınladı.43 Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklal Savaşını ‘cihad’, Kuva-yı Milliyecileri de ‘mücahid’ ilan ederek Anadolu’daki İstiklal mücadelesini destekledi.
İstanbul’da bütün bunlar olurken, Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Bediüzzaman’ın çalışmalarını ve mücadelesini çok yakından takip ediyor ve takdirle karşılıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, müteaddit defalar çektikleri telgraflarla Bediüzzaman’ı ısrarla Ankara’ya davet ediyorlardı. Eski Van valisi Tahsin Bey gibi dostlarının da ısrarlı davetleri sonucu, 1922 yılının Kasım ayı ortalarında Ankara’ya gitti.44
Dipnotlar:
17. Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, İstanbul 1995, s. 73.
18. A.g.e., s. 26.
19. A.g.e., s. 23.
20. A.g.e., s. 22.
21. A.g.e., s. 21.
22. A.g.e., s. 34; Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, İstanbul 1995, s. 112.
23. A.g.e., s. 69; Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s. 402.
24. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s. 439.
25. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.1, s. 297.
26. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Germany 1994, s. 77.
27. Bediüzzaman Said Nursi, İşârât’ül İcâz, İstanbul 1994, s. 13.
28. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, İstanbul 1997, s. 137.
29. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.1, s. 323.
30. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990, C.1, s. 28.
31. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Germany 1994, s. 77; Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 451.
32. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 431, 448.
33. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İstanbul 1996, s. 234.
34. A.g.e., s. 234.
35. A.g.e., s. 234; Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990. C.1, s. 29.
36. 25 Haziran 1918(1334)
37. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990. C.1, s. 29.
38. Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi, İstanbul 1972, s. 201.
39. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, İstanbul 1996, s. 238.
40. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s. 23; Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990. C.1, s. 31.
41. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Germany 1994, s. 76.
42. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 387.
43. Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Reçeteler, İstanbul 1990. C.1, s. 193.
44. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 462.

BMM ve Şeflik Devri
Bediüzzaman, 25 Kasım 1922’de Ankara’ya ayak bastığında Büyük Millet Meclisi’nde düzenlenen resmi hoş geldin merasimiyle karşılandı.45 Artık Bediüzzaman, bir yandan meclis çalışmalarına katılıyor, bir yandan da Mebuslarla önemli konuları tartışıyordu. Bu arada Mebusların çoğunun namaz kılmadıklarını gören Said Nursi, bir beyanname46 yayınlayarak namazın önemini anlattı ve onları dinin emirlerine riayet etmeye davet etti. Bediüzzaman’ın bu gayreti Mebuslardan büyük kısmının yeniden namaza başlaması ile sonuçlanınca, bazı çevreler oldukça rahatsız olmuştu. Bu beyannameyi Meclis Başkanı Mustafa Kemal de okumuş ve Said Nursi’ye yirmi-otuz Mebusun da bulunduğu bir ortamda şöyle demişti: “Biz sizi buraya çağırdık ki sizin yüksek fikirlerinizden istifade edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz”. Bediüzzaman da hiddetlenerek: “Paşa! Paşa! Kainatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namazı kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal özür dilemiş ve tartışmayı daha fazla uzatmamıştı.47
Bu olay, Bediüzzaman ve yeni rejimin kurucuları arasındaki görüş farklılıklarının ilk işaretleri idi. Bir yandan meclisteki oturumları takip eden Bediüzzaman, bir yandan da tabiatçılığı ve inkarcılığı ortadan kaldırmayı hedef alan “Hubab” ve “Zeylü’z-zeyl” gibi eserlerini yayınlıyor; imanın erkanına ilişmesinden korktuğu felsefe kaynaklı fikirleri izale etmeye çalışıyordu. Türkiye’deki kamuoyu ise, Yunanlılar karşısında alınan galibiyetin verdiği zafer sarhoşluğu içinde, tehlikenin farkına varacak durumda değildi ve bu yüzden onu anlayamadı. Her şeye rağmen Bediüzzaman, Medreset-üz Zehra için çalışmaktan geri durmadı. II. Meşrutiyet döneminde Van’da temelini attığı fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin yeniden kurulması için Mebuslara bir kanun teklifi hazırlattırdı. Bu teklif mecliste bulunan iki yüz milletvekilinden 163’ünün imzasıyla kanunlaştı.48
Ankara’daki çalışmaları sırasında, yeni rejimin önde gelenlerinin bambaşka bir yolda olduğunu ve siyasi faaliyetlerle onları yollarından vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayan Bediüzzaman, Van’a dönmeye karar verdi. Bu fikrini bazı dostlarına açtığında Mustafa Kemal ve arkadaşları ona yeni bir teklif getirdiler: Ankara’da kalmaya karar verdiği takdirde kendisine, Libya’ya dönen Şeyh Sünusi yerine, üç yüz lira maaş ile Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin en yüksek dini makamı olan Şark Vilayetleri Umumi Vaizliğine getirilecek ve Mebusluk verilecekti. Ancak Said Nursi, bütün bunları reddetti.49 Ankara’daki siyasi havadan oldukça rahatsız olmuştu. Onun dünyasında ki değerler farklıydı. Makam, şöhret, mal, mülk ve paraya, hülasa; dünyaya zerre kadar ehemmiyet vermemekteydi. Ankara’yı kendi hileli ve entrikalı siyaseti içinde bıraktı ve 1923 yılının Mayıs ayı başlarında Van’a gitti. Bütün değer yargıları dünyevi olan ve yeni rejimi de yalnızca dünyevi temeller üzerine kurmaya çalışanlar, Said Nursi’nin bu tavrına bir anlam veremediler. Yanında manevi evladı gibi olan kardeşinin oğlu Abdurrahman bile kendisine teklif edilen Meclis zabıt katipliğini kabul etmiş ve Ankara’da kalmayı tercih etmişti.50
Van’a giden Bediüzzaman, kardeşi Abdülmecit’in evinde ve Nurşin Camii’nde kısa bir süre kaldıktan sonra Erek Dağı’nda, terkedilmiş bir kilisede talebeleriyle ders yapmaya başladı. Bediüzzaman, Erek dağının başında iman ve Kur’an hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanmasıyla meşgul olurken, Ankara’da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen çevrelerde, Ankara’ya karşı tepkiler baş göstermişti. Böyle gergin bir ortamda Hükümete karşı ayaklanmayı planlayan Şeyh Said, Bediüzzaman’a mektup yazarak kendisine destek vermesini istedi.51 Ancak Said Nursi ona, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek vermek isteyen Doğunun namlı ve güçlü Hamidiye paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman’ı Erek Dağı’nda iken ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman da ona, “Kan dökme! Kan dökme!” diye cevap vermiş, Paşa da ayaklanmaya katılmamıştı.
Bediüzzaman’ın isyan sırasında böylesine yatıştırıcı rol oynamasına rağmen Doğudaki nüfuzlu kimseleri Anadolu içlerine süren hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek Dağı’ndaki menzilinden alarak sürgüne gönderdi. Van’dan diğer sürgünlerle beraber karayoluyla önce Trabzon’a, buradan da deniz yoluyla İstanbul’a götürüldü. Yaklaşık yirmi gün kadar süren İstanbul’daki sorgulamalar boyunca Bediüzzaman Sirkeci’deki Arpacılar Mescidi ve Hidayet Camii’nde kaldı. Sonunda, Ankara’dan gelen resmi bir yazı onun Burdur’da zorunlu ikamete tabi tutulmasını emrediyordu. İstanbul’dan İzmir’e, oradan Antalya’ya ve nihayet 1925 yılının Mayıs ayı ortalarında Burdur’a getirildi.
Bediüzzaman Burdur’a geldiğinde yerleştiği evde ve Kasaboğlu Camii’nde yine muhtaçlara iman hakikatlerini anlatmaya ve dersler yapmaya başladı. Sonra bu derslerin özetlerini “Birinci Ders, İkinci Ders, Üçüncü Ders” gibi başlıklar altında toplayıp bir kitap haline getirdi. Bu kitabı daha sonra “Nurun İlk Kapısı” diye adlandırarak yayınladı. Bir yandan da telifata devam ederek daha önce Arapça olarak yazdığı “Şemme” ve “Şule” risalelerinin ek parçalarını kaleme aldı.
Ancak, yapılan derslerden ve halkın etrafına toplanmasından rahatsız olan hükümet, onun Isparta’ya gönderilmesini emretti. 25 Ocak 1926’da Isparta’ya nakledilen Bediüzzaman, burada da derslerine devam etti. Ve etrafındaki insanlar çoğalmaya başladı. Evhamlı Hükümet, bu defa da Bediüzzaman’ı, Isparta’nın daha ücra bir köyüne naklederek insanlarla irtibatını kesmek istedi. Eğirdir Gölü’ne yakın bir dere içine kurulmuş olan Barla’ya ulaşım göl üzerinden kayıkla yapılmaktaydı. Barla, Isparta’nın çok eski köylerinden biri idi ve artık nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar oluşturuyordu. Çünkü gençler ekonomik nedenlerle büyük şehirlere göç etmişlerdi. Okuma-yazma seviyesi de hayli düşük olan Barla, hükümet tarafından tecride en uygun yer olarak seçilmişti. Artık Said Nursi için sürgünler süreklilik kazanmıştı. Ancak, o, bunları sürgün değil, kaderin onu vazife başına sevk etmesi olarak görüyordu.
Bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü’nü kayıkla geçerek Barla’ya geldi. Bütün bu seyahatleri boyunca yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur’an-ı Kerim vardı. Dünyadaki malvarlığı sadece bunlardan ibaretti.52
İlk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed’in evinde kalan Said Nursi, daha sonra tamir edilerek köylüler tarafından kendisine tahsis edilen ve önünde büyük bir çınar ağacı olan köy odasına taşındı. Anadolu’nun bu en kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinden biri olan Barla, bir iman inkılabına beşiklik ediyordu. Eğirdir Gölü kenarında, dağlarda, tepelerde bahar mevsimiyle yeniden canlanan kainatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini53 defalarca okuyan Bediüzzaman, öldükten sonra dirilişi ispatlayan “Haşir Risalesi”ni burada yazdı. Bu eser asırlardır yerinde sayan ve son iki asırda da Batı karşısında ezik bir duruş sergileyen İslami tefekkürün yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Bu eseri yine Kur’an-ı Kerim’i esas alan ve insanların imanını kurtarmalarına vesile olan diğer Nur Risaleleri takip etti. Sözler ve Mektubat tamamen ve Lem’alar mecmuası 26. Lem’aya kadar Barla’da yazıldı. Önünde ulu bir çınar ağacı olan ev, Nur’un ilk medresesi olmuştu.
Barla’da bir iman inkılabının temelleri atılırken, Ankara’da başka bir inkılap gerçekleşiyor, yeni rejim dinden uzak, dünyevi bir temel üzerine oturtulmaya çalışılıyordu. 3 Mart 1924’de hilafetin kaldırılmasıyla birlikte çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim tamamen dinden arındırılmış ve dini eğitimin yapıldığı medreseler kapatılmıştı. Bir biri ardına çıkarılan kanunlarla gerçekleşen inkılaplar çağdaş,“Batılı insan tipi”ni elde etmek uğruna Anadolu’da kök salmış olan İslami dokuyu tamamen değiştirmeyi hedefliyordu. 30 Kasım 1925 yılında çıkan bir kanunla tekke ve zaviyeler kapatıldı. Hemen ardından çıkarılan başka bir kanunla halk Batılılar gibi giyinmeye zorlanıyor, şapka ve kılık kıyafet inkılabı yapılıyordu. Halk, bu inkılaplara kendi imkanları ölçüsünde tepki gösteriyor, yer yer de ayaklanma teşebbüslerinde bulunuyordu.
1928 yılında gerçekleştirilen Harf İnkılabı ile, İslam harfleriyle kitap yayınlamak yasaklanmıştı. Barla’da telif edilen risalelerin, bu yüzden matbaalar yoluyla çoğaltılması mümkün değildi. İman ve Kur’an hakikatlerine ihtiyaç duyan çevre köy ve kasabaların sakinleri de Risaleleri elle yazarak çoğaltmaya başladılar. Büyük bir sabır ve azimle tam altı yüz bin nüsha olarak elle yazılan Risale-i Nurlar bütün Anadolu’ya yayılıyordu. Halktan insanlar Said Nursi’nin Nur Risalelerini okuyor, yazıyor, başkalarına ulaştırmaya çalışıyor, anladığını yaşamaya ve başkalarına anlatmaya çabalıyordu.
Said Nursi’nin Nur Risalelerini, önlerindeki en büyük engel olarak gören çevreler, onu sürgünle durduramadıklarını anlayınca bu defa “imha” yollarını denemeye karar vermişlerdi. Hükümet daha yakından kontrol edebilmek amacıyla Bediüzzaman’ın 1934 yılının yaz aylarında Isparta’nın merkezine getirilmesini istedi. Bediüzzaman, burada da iman hizmetinden geri durmadı. Sürgünle istediklerini elde edemeyen muhalifleri, onu mahkum etmek için bahane aramaya başladılar. Aranan bahane bulundu ve Said Nursi’ye hayranlık duyan yarı meczup bir zatın jandarma çavuşuyla yaptığı tartışmayı bahane eden Ankara Hükümeti harekete geçti. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Ankara’dan Emniyet Genel Müdürünü, Jandarma Genel Komutanını ve 120 askerle 20 polisi beraberine alarak trenle Isparta’ya geldi.54 Ankara’nın meydana getirdiği büyük telaşın sonucu Isparta polisi, 20 Nisan 1935’de Said Nursi’nin oturduğu evde arama yaptı ve onun bütün kitaplarına el koydu. Bediüzzaman’ı da emniyete götürerek sorgulayan polis suç unsuru herhangi bir şeye rastlamayınca serbest bırakmak zorunda kaldı. Ancak birkaç gün sonra, yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursi ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatıldı. Bediüzzaman’ın masumiyetine inanan insanların infiale kapılmamaları için İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “sıradan bir zabıta vakasıdır”55 diye beyanat vermesine rağmen Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi askeri araçlara bindirilerek Eskişehir hapishanesine gönderildiler.
Eskişehir hapishanesinde tam tecrit edilen Said Nursi’yi bir iki istisna hariç kimseyle görüştürmediler. Sıkıntılı ve zor şartlara rağmen Risale-i Nurların telifi yine devam etmişti. Bediüzzaman, Yirmiyedinci, Yirmisekizinci, Yirmidokuzuncu ve Otuzuncu Lem’alar’ı burada yazdı. Talebeleriyle olan mektuplaşmaları da sürmekteydi. Bu arada sorgu hakimleri araştırmalarına başladılar ve iki ay süren tahkikat sonunda gözaltına alınanların çoğunu serbest bırakmak zorunda kaldılar. Bediüzzaman, vatana ihanet iddiasıyla yargılandığı dava müddetince tutuklu kaldı. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nin 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla, Said Nursi’ye 11 ay hapisle birlikte Kastamonu’da mecburi ikamet, on beş talebesine de altışar ay hapis cezası verildi. Bediüzzaman ve ceza alan talebeleri tutuklu olarak kaldıkları cezaevinde zaten bu süreyi doldurdukları için diğer talebeleri ise beraat ettirildiği için tahliye edilmişlerdi.56
Eskişehir Cezaevi’nden tahliye edilen Bediüzzaman Said Nursi serbest bırakılmayarak, polis gözetimi altında mecburi ikamet için Kastamonu’ya gönderildi. Sürgünün ilk bir ayında polis karakolunun üst katında oturmak zorunda kaldı. Daha sonra yine karakolun tam karşısında ve birkaç metre uzaklıkta bulunan bir eve yerleştirildi. Evinin karakola bakan pencerelerini perdeyle kapatmasına dahi müsaade edilmedi. Tamamen hukuk ve kanun dışı böylesine ağır baskılar altında kalan Said Nursi, burada da Risale-i Nurun telifine ara vermedi. Fırsat buldukça kırlara çıkıyor, tabiatla baş başa kalarak tefekkür ve dua ile kendisine ihsan edilen feyizli manaları kitaplaştırıyordu. Birinci Şua olan İşarat-ı Kur’aniye Risalesi, İkinci Şua, Üçüncü Şua olan Münacaat Risalesi, Dördüncü Şua olan Hasbiye Risalesi ve Altıncı Şua ile Ayet-ül Kübra Risalesi (7. Şua) burada yazıldı.
Kastamonu’da da Bediüzzaman’ın etrafını yeni talebeleri almaya başlamıştı. Ancak, kendisini ziyarete gelenler karakola çekilip sorgulanıyor, görüşmeleri engelleniyordu. Bütün bunlara rağmen Risale-i Nurları okuyarak imanlarını kurtaran insanlar Risaleleri okumaya devam ediyor, yazıyor ve iman hakikatlerini muhtaç olanlara anlatıyorlardı. Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin bütün hedefi ve programı insanların imanlarını kurtarmaktı. Bütün kuvvetleriyle dünyaya çalışan muhalifleri ise buna bir anlam veremiyor; “mutlaka gizli bir teşkilat kurmak için uğraşıyor” diye evhamlanıyorlardı. Onu rejim için tehlikeli bulanlar yeni bir plan hazırlığı içindeydiler. Denizli-Çivril’de, Atıf Egemen ve birkaç arkadaşında bulunan Beşinci Şua Risalesi bahane edilerek yine tevkifler yapıldı. Ankara’nın emriyle Denizli Valisi bütün vilayetlere bilgi verdi, özellikle Kastamonu ve Isparta Valiliklerine şifreli telgraflar gönderdi. Isparta’da çok ciddi bir şekilde aramalar ve soruşturmalar yapıldı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Rüştü Saraçoğlu ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Denizli, Isparta ve Kastamonu’daki gelişmeleri yakından takip ediyorlar, gerektikçe müdahalelerde bulunuyorlardı.57
Bediüzzaman, 20 Eylül 1943’de Isparta savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklandı. Ağır hasta olmasına rağmen 3 Ekim 1943 tarihinde Isparta’ya gönderildi. Askeri konvoy eşliğinde karayoluyla Çankırı üzerinden Ankara’ya getirildi. Ankara’da daha önceden tutulan ve otel görevlisi kılığına girmiş polislerle doldurulan Kastamonu Oteli’ne yerleştirildi. Bu arada Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, Said Nursi’yi Valiliğe çağırtarak sarığını çıkarıp şapkayı giymesini istedi. Hatta elindeki şapkayı zorla giydirmek için teşebbüste bulundu. Ancak Bediüzzaman, boynunu işaret edip; “Bu sarık bu başla beraber çıkar” diyerek sarığını çıkarmayı reddetti. Bu tartışmanın yaşandığı akşam Bediüzzaman, trenle Ankara’dan Isparta’ya geldi. Sorgulamalar başladığında Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli’deki davayla birleştirilmesi kararı alındı. Bediüzzaman ile birlikte Isparta, Kastamonu ve Denizli’deki Nur talebelerinin de 25 Ekim 1943’te Denizliye sevk edilmeleri istendi.
Denizli hapsi yine tecrit altında başladı. Çok zor şartlar altında geçen yeni hapishane dönemi ve yargılama safhalarında da Bediüzzaman, Risale-i Nur’un telifine devam etti. Asa-yı Musa mecmuasının bir parçası ve Onbirinci Şua olan Meyve Risalesi, Onikinci ve Onüçüncü Şualar Denizli hapishanesinin meyvesi oldu. Bu arada cezaevindeki Nur Talebeleri sayesinde Risale-i Nurla tanışan mahkumlar bambaşka birer insan olmakta, böylece hapishaneler birer ilim-irfan mektebine dönmekte ve ıslah vazifesini yerine getirmeye başlamaktaydı.
Aylar sonra, 15 Haziran 1944 günü Mahkeme kararını verdi: Berat ve tahliye.58 Tahliye edilen Nur Talebelerine Denizli halkı sahip çıktı ve evlerinde misafir ettiler. Bediüzzaman ise Şehir Palas Oteline yerleşti ve yaklaşık bir buçuk ay kadar Denizli’de kaldı. Ankara’daki CHP hükümeti Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararına rağmen, Said Nursi’nin Afyon’un Emirdağ ilçesinde zorunlu iskana tabi tutulmasını emretti ve daha önce Kastamonu’ya aldığı nüfus kaydını bu defa Emirdağ’a nakletti.
Emirdağ’a gelen Bediüzzaman, hükümet binasının karşısında bir odaya yerleştirildi. Camiye gitmesine bile müsaade edilmediği, devamlı takip ve tarassuda tabi tutulduğu Emirdağ sürgünü, Bediüzzaman’a Denizli hapishanesini bile aratıyordu. Ziyaretçilerle görüşmesi yasaklanan Bediüzzaman, Emirdağ’da üç kere de zehirlenme tehlikesi atlatmıştı. Hukuki ve kanuni yollardan Bediüzzaman’ı alt edemeyen muhalifleri onu zehirleyerek imha etmek istemiş, hayatı boyunca yirmi üç defa denenecek bu teşebbüslerin üçü Emirdağ’da gerçekleşmişti. Defalarca zehirlendiği halde Allah’ın inayetiyle mutlak ölümden her defasında kurtulan Bediüzzaman, bu ömürlerin verdiği ızdırabı ömrü boyunca yaşayacaktı.
Bu zulümler ve olumsuzluklar yaşanırken Risale-i Nurların telifi devam ediyor ve sıkıntıları hafifletecek sevindirici gelişmeler oluyordu. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 30 Aralık 1944 tarihinde verdiği kararla, savcı tarafından temyiz edilen Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararını onayladı. Diğer bir gelişme ise artık Risale-i Nurların teksir makinesi ile çoğaltılması imkanının doğması idi. 1946 yılında Karaköy’de bir ithalatçı firma tarafından Türkiye’ye getirilen ilk teksir makinelerinden üç tanesini Nur Talebeleri almış, Isparta ve İnebolu’da Risaleler teksir edilmeye başlamıştı. Ayrıca, 1947 yılında Haccın sınırlı da olsa serbest bırakılması sonucu, Hacca gidenler yanlarında götürdükleri Risalelerle, Nurların İslam alemine yayılmasına vesile olmuşlardı. Öte yandan İnebolu’da yeni yazı ile teksir edilen “Asa-yı Musa” ve baskısı yapılan “Gençlik Rehberi” gibi Risaleler, Hıristiyan misyonerlere verilmiş ve Risale-i Nurlar Amerika’ya kadar gönderilmişti. Böylece ilk defa Risale-i Nur’lar dünyaya açılıyordu.
Her geçen gün Risale-i Nurların yaygınlaşarak muhtaçlara ulaşması Hükümeti yine rahatsız etmeye başlamıştı. 17 Ocak 1948 günü Said Nursi ve on beş talebesi evlerinden ve işyerlerinden alınarak Afyon il merkezine götürüldüler. Bir hafta kadar Emniyet Oteli’nde bekletilerek sorgulamaları yapıldı ve tevkif edilerek cezaevine konuldular. Bu defa değişik illerden 48 Nur Talebesi Afyon’a toplatılmıştı. Soruşturmayı tamamlayan savcılar ve sorgu hakimliği dosyayı Ağır Ceza Mahkemesi’ne havale etti.
Nur Talebeleri, daha önce Denizli mahkemesinde; gizli cemiyet kurma, rejim aleyhinde olma, inkılapları kabul etmeme, Mustafa Kemal’i tahkir vb. iddialarla yargılanıp beraat kararı almalarına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde de bu iddialarla yargılandılar. Bir yandan mahkeme devam ederken bir yandan da Afyon cezaevinde mevkuf bulunan Bediüzzaman ve talebelerine yapılan baskılar artıyordu. Artık hasta ve yetmiş yaşında olan Said Nursi, 60 kişilik büyük bir koğuşta tek başına bırakılmış, soğuk kış gecelerinde odanın kırık penceresi buz tutmasına rağmen başka bir yere nakledilmemiş ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi birkaç defa da burada zehirlenmişti. Cezaevi tabibi, güya salgın hastalıktan korumak için aşılama bahanesiyle damarına en kuvvetli zehirlerden şırınga ediyordu. Zehirin etkisiyle ateşler içinde sancıyla kıvranan Bediüzzaman, yalnız ve soğuk koğuşunda kimseyle görüştürülmüyor, hapishanedeki talebelerinin onu ziyaret etmesine bile müsaade edilmiyordu. Ancak, Nur Talebeleri burada da hapishaneyi Medreseye dönüştürmeyi başarmışlardı. Mahkumlara Kur’an-ı Kerim ve Risale-i Nur dersleri vererek onlardan bir çoğunun ıslahını sağlamışlardı. Bütün ağır ve zor şartlara rağmen Bediüzzaman yazmaya devam ediyor, Ondördüncü ve Onbeşinci Şuaları burada yazarak Risale-i Nurların telifini tamamlıyordu.
Ve nihayet mahkeme, 6 Aralık 1948 tarihinde Said Nursi hakkında 20 ay ağır hapis cezasına hükmetti. Karar temyiz edildi ve Yargıtay, kararı Bediüzzaman’ın lehine bozdu. Yargıtay’ın bozma kararına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak, 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağladı. Hak etmediği cezanın süresini tutukluluk haliyle dolduran Said Nursi, 20 Eylül 1949’da serbest bırakıldı. Ancak Ankara’dan gelen emirle Afyon’da polis gözetiminde, mecburi iskana tabi tutulması gerekiyordu. Bu gözetim tam 72 gün sürdü. Nihayet 28 Aralık 1949 tarihinde Emirdağ’a dönebildi.
Mecburi ikamet yeri olan Emirdağ’a gelen Said Nursi’ye, Emirdağ Kaymakamı hiç beklemediği bir tebliğde bulundu. Hükümet, Bakanlar Kurulu kararı ile Bediüzzaman’a günlük olarak iki buçuk lira tayinat bedeli ödenmesi, kendi istediği tarzda müstakil bir ev yapılması ve ayrıca diğer harcamaları için de hatırı sayılır miktarda bir paranın tahsis edilmesi için Emirdağ Kaymakamlığı’na talimat vermişti. Daha önceleri olduğu gibi bu defa ki tahsisatı da reddeden Bediüzzaman, yine rahat bırakılmayacaktı. Bu hususu talebeleriyle istişare eden Bediüzzaman, bir mektubunda kendisine yapılan baskıların en önemli üç nedeninden biri olarak, bu tahsisatları reddetmesini zikretmekteydi.59
Dipnotlar:
45. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1994, s. 254.
46. Beyannamenin metni için bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Bediüzzaman Said Nursi: Tarihçe-i Hayatı, Germany 1994.
47. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 387; Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Germany 1994, s. 214.
48. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s. 439.
49. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 314.
50. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C. 1, s. 457.
51. A.g.e., s. 529-531.
52. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1994, s. 279.
53. “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kâdirdir.” (Rum Sûresi/50.)
54. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C. 2, s. 776.
55. Cumhuriyet, 10 Mayıs 1935.
56. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 832.
57. A.g.e., s. 967.
58. A.g.e., s. 1079.
59. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s. 23.


BMM ve Şeflik Devri
Bediüzzaman, 25 Kasım 1922’de Ankara’ya ayak bastığında Büyük Millet Meclisi’nde düzenlenen resmi hoş geldin merasimiyle karşılandı.45 Artık Bediüzzaman, bir yandan meclis çalışmalarına katılıyor, bir yandan da Mebuslarla önemli konuları tartışıyordu. Bu arada Mebusların çoğunun namaz kılmadıklarını gören Said Nursi, bir beyanname46 yayınlayarak namazın önemini anlattı ve onları dinin emirlerine riayet etmeye davet etti. Bediüzzaman’ın bu gayreti Mebuslardan büyük kısmının yeniden namaza başlaması ile sonuçlanınca, bazı çevreler oldukça rahatsız olmuştu. Bu beyannameyi Meclis Başkanı Mustafa Kemal de okumuş ve Said Nursi’ye yirmi-otuz Mebusun da bulunduğu bir ortamda şöyle demişti: “Biz sizi buraya çağırdık ki sizin yüksek fikirlerinizden istifade edelim. Siz geldiniz, en evvel namaza dair şeyler yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz”. Bediüzzaman da hiddetlenerek: “Paşa! Paşa! Kainatta en yüksek hakikat imandır. İmandan sonra namazdır. Namazı kılmayan haindir, hainin hükmü merduttur.” diye karşılık vermişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal özür dilemiş ve tartışmayı daha fazla uzatmamıştı.47
Bu olay, Bediüzzaman ve yeni rejimin kurucuları arasındaki görüş farklılıklarının ilk işaretleri idi. Bir yandan meclisteki oturumları takip eden Bediüzzaman, bir yandan da tabiatçılığı ve inkarcılığı ortadan kaldırmayı hedef alan “Hubab” ve “Zeylü’z-zeyl” gibi eserlerini yayınlıyor; imanın erkanına ilişmesinden korktuğu felsefe kaynaklı fikirleri izale etmeye çalışıyordu. Türkiye’deki kamuoyu ise, Yunanlılar karşısında alınan galibiyetin verdiği zafer sarhoşluğu içinde, tehlikenin farkına varacak durumda değildi ve bu yüzden onu anlayamadı. Her şeye rağmen Bediüzzaman, Medreset-üz Zehra için çalışmaktan geri durmadı. II. Meşrutiyet döneminde Van’da temelini attığı fakat savaş yüzünden inşaatı başlatılamayan üniversitenin yeniden kurulması için Mebuslara bir kanun teklifi hazırlattırdı. Bu teklif mecliste bulunan iki yüz milletvekilinden 163’ünün imzasıyla kanunlaştı.48
Ankara’daki çalışmaları sırasında, yeni rejimin önde gelenlerinin bambaşka bir yolda olduğunu ve siyasi faaliyetlerle onları yollarından vazgeçirmenin mümkün olmadığını anlayan Bediüzzaman, Van’a dönmeye karar verdi. Bu fikrini bazı dostlarına açtığında Mustafa Kemal ve arkadaşları ona yeni bir teklif getirdiler: Ankara’da kalmaya karar verdiği takdirde kendisine, Libya’ya dönen Şeyh Sünusi yerine, üç yüz lira maaş ile Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin en yüksek dini makamı olan Şark Vilayetleri Umumi Vaizliğine getirilecek ve Mebusluk verilecekti. Ancak Said Nursi, bütün bunları reddetti.49 Ankara’daki siyasi havadan oldukça rahatsız olmuştu. Onun dünyasında ki değerler farklıydı. Makam, şöhret, mal, mülk ve paraya, hülasa; dünyaya zerre kadar ehemmiyet vermemekteydi. Ankara’yı kendi hileli ve entrikalı siyaseti içinde bıraktı ve 1923 yılının Mayıs ayı başlarında Van’a gitti. Bütün değer yargıları dünyevi olan ve yeni rejimi de yalnızca dünyevi temeller üzerine kurmaya çalışanlar, Said Nursi’nin bu tavrına bir anlam veremediler. Yanında manevi evladı gibi olan kardeşinin oğlu Abdurrahman bile kendisine teklif edilen Meclis zabıt katipliğini kabul etmiş ve Ankara’da kalmayı tercih etmişti.50
Van’a giden Bediüzzaman, kardeşi Abdülmecit’in evinde ve Nurşin Camii’nde kısa bir süre kaldıktan sonra Erek Dağı’nda, terkedilmiş bir kilisede talebeleriyle ders yapmaya başladı. Bediüzzaman, Erek dağının başında iman ve Kur’an hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanmasıyla meşgul olurken, Ankara’da yeni bir rejim şekillenmeye başlamıştı. Rejimdeki değişiklikleri hazmedemeyen çevrelerde, Ankara’ya karşı tepkiler baş göstermişti. Böyle gergin bir ortamda Hükümete karşı ayaklanmayı planlayan Şeyh Said, Bediüzzaman’a mektup yazarak kendisine destek vermesini istedi.51 Ancak Said Nursi ona, bunun “menfi bir hareket” ve “kardeş kanı dökmek” olduğunu anlatarak isyandan vazgeçirmeye çalıştı. Ayrıca, Şeyh Said ayaklanmasına aşiretiyle destek vermek isteyen Doğunun namlı ve güçlü Hamidiye paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman’ı Erek Dağı’nda iken ziyaret etmiş ve fikrini sormuştu. Bediüzzaman da ona, “Kan dökme! Kan dökme!” diye cevap vermiş, Paşa da ayaklanmaya katılmamıştı.
Bediüzzaman’ın isyan sırasında böylesine yatıştırıcı rol oynamasına rağmen Doğudaki nüfuzlu kimseleri Anadolu içlerine süren hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek Dağı’ndaki menzilinden alarak sürgüne gönderdi. Van’dan diğer sürgünlerle beraber karayoluyla önce Trabzon’a, buradan da deniz yoluyla İstanbul’a götürüldü. Yaklaşık yirmi gün kadar süren İstanbul’daki sorgulamalar boyunca Bediüzzaman Sirkeci’deki Arpacılar Mescidi ve Hidayet Camii’nde kaldı. Sonunda, Ankara’dan gelen resmi bir yazı onun Burdur’da zorunlu ikamete tabi tutulmasını emrediyordu. İstanbul’dan İzmir’e, oradan Antalya’ya ve nihayet 1925 yılının Mayıs ayı ortalarında Burdur’a getirildi.
Bediüzzaman Burdur’a geldiğinde yerleştiği evde ve Kasaboğlu Camii’nde yine muhtaçlara iman hakikatlerini anlatmaya ve dersler yapmaya başladı. Sonra bu derslerin özetlerini “Birinci Ders, İkinci Ders, Üçüncü Ders” gibi başlıklar altında toplayıp bir kitap haline getirdi. Bu kitabı daha sonra “Nurun İlk Kapısı” diye adlandırarak yayınladı. Bir yandan da telifata devam ederek daha önce Arapça olarak yazdığı “Şemme” ve “Şule” risalelerinin ek parçalarını kaleme aldı.
Ancak, yapılan derslerden ve halkın etrafına toplanmasından rahatsız olan hükümet, onun Isparta’ya gönderilmesini emretti. 25 Ocak 1926’da Isparta’ya nakledilen Bediüzzaman, burada da derslerine devam etti. Ve etrafındaki insanlar çoğalmaya başladı. Evhamlı Hükümet, bu defa da Bediüzzaman’ı, Isparta’nın daha ücra bir köyüne naklederek insanlarla irtibatını kesmek istedi. Eğirdir Gölü’ne yakın bir dere içine kurulmuş olan Barla’ya ulaşım göl üzerinden kayıkla yapılmaktaydı. Barla, Isparta’nın çok eski köylerinden biri idi ve artık nüfusunun çoğunluğunu yaşlılar oluşturuyordu. Çünkü gençler ekonomik nedenlerle büyük şehirlere göç etmişlerdi. Okuma-yazma seviyesi de hayli düşük olan Barla, hükümet tarafından tecride en uygun yer olarak seçilmişti. Artık Said Nursi için sürgünler süreklilik kazanmıştı. Ancak, o, bunları sürgün değil, kaderin onu vazife başına sevk etmesi olarak görüyordu.
Bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü’nü kayıkla geçerek Barla’ya geldi. Bütün bu seyahatleri boyunca yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur’an-ı Kerim vardı. Dünyadaki malvarlığı sadece bunlardan ibaretti.52
İlk haftalarda, Muhacir Hafız Ahmed’in evinde kalan Said Nursi, daha sonra tamir edilerek köylüler tarafından kendisine tahsis edilen ve önünde büyük bir çınar ağacı olan köy odasına taşındı. Anadolu’nun bu en kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinden biri olan Barla, bir iman inkılabına beşiklik ediyordu. Eğirdir Gölü kenarında, dağlarda, tepelerde bahar mevsimiyle yeniden canlanan kainatı seyreden ve Rum Suresinin 50. ayetini53 defalarca okuyan Bediüzzaman, öldükten sonra dirilişi ispatlayan “Haşir Risalesi”ni burada yazdı. Bu eser asırlardır yerinde sayan ve son iki asırda da Batı karşısında ezik bir duruş sergileyen İslami tefekkürün yeniden dirilişinin müjdecisiydi. Bu eseri yine Kur’an-ı Kerim’i esas alan ve insanların imanını kurtarmalarına vesile olan diğer Nur Risaleleri takip etti. Sözler ve Mektubat tamamen ve Lem’alar mecmuası 26. Lem’aya kadar Barla’da yazıldı. Önünde ulu bir çınar ağacı olan ev, Nur’un ilk medresesi olmuştu.
Barla’da bir iman inkılabının temelleri atılırken, Ankara’da başka bir inkılap gerçekleşiyor, yeni rejim dinden uzak, dünyevi bir temel üzerine oturtulmaya çalışılıyordu. 3 Mart 1924’de hilafetin kaldırılmasıyla birlikte çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim tamamen dinden arındırılmış ve dini eğitimin yapıldığı medreseler kapatılmıştı. Bir biri ardına çıkarılan kanunlarla gerçekleşen inkılaplar çağdaş,“Batılı insan tipi”ni elde etmek uğruna Anadolu’da kök salmış olan İslami dokuyu tamamen değiştirmeyi hedefliyordu. 30 Kasım 1925 yılında çıkan bir kanunla tekke ve zaviyeler kapatıldı. Hemen ardından çıkarılan başka bir kanunla halk Batılılar gibi giyinmeye zorlanıyor, şapka ve kılık kıyafet inkılabı yapılıyordu. Halk, bu inkılaplara kendi imkanları ölçüsünde tepki gösteriyor, yer yer de ayaklanma teşebbüslerinde bulunuyordu.
1928 yılında gerçekleştirilen Harf İnkılabı ile, İslam harfleriyle kitap yayınlamak yasaklanmıştı. Barla’da telif edilen risalelerin, bu yüzden matbaalar yoluyla çoğaltılması mümkün değildi. İman ve Kur’an hakikatlerine ihtiyaç duyan çevre köy ve kasabaların sakinleri de Risaleleri elle yazarak çoğaltmaya başladılar. Büyük bir sabır ve azimle tam altı yüz bin nüsha olarak elle yazılan Risale-i Nurlar bütün Anadolu’ya yayılıyordu. Halktan insanlar Said Nursi’nin Nur Risalelerini okuyor, yazıyor, başkalarına ulaştırmaya çalışıyor, anladığını yaşamaya ve başkalarına anlatmaya çabalıyordu.
Said Nursi’nin Nur Risalelerini, önlerindeki en büyük engel olarak gören çevreler, onu sürgünle durduramadıklarını anlayınca bu defa “imha” yollarını denemeye karar vermişlerdi. Hükümet daha yakından kontrol edebilmek amacıyla Bediüzzaman’ın 1934 yılının yaz aylarında Isparta’nın merkezine getirilmesini istedi. Bediüzzaman, burada da iman hizmetinden geri durmadı. Sürgünle istediklerini elde edemeyen muhalifleri, onu mahkum etmek için bahane aramaya başladılar. Aranan bahane bulundu ve Said Nursi’ye hayranlık duyan yarı meczup bir zatın jandarma çavuşuyla yaptığı tartışmayı bahane eden Ankara Hükümeti harekete geçti. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Ankara’dan Emniyet Genel Müdürünü, Jandarma Genel Komutanını ve 120 askerle 20 polisi beraberine alarak trenle Isparta’ya geldi.54 Ankara’nın meydana getirdiği büyük telaşın sonucu Isparta polisi, 20 Nisan 1935’de Said Nursi’nin oturduğu evde arama yaptı ve onun bütün kitaplarına el koydu. Bediüzzaman’ı da emniyete götürerek sorgulayan polis suç unsuru herhangi bir şeye rastlamayınca serbest bırakmak zorunda kaldı. Ancak birkaç gün sonra, yeni tutuklamalarla birlikte Said Nursi ve Risale-i Nurlar hakkında soruşturma başlatıldı. Bediüzzaman’ın masumiyetine inanan insanların infiale kapılmamaları için İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “sıradan bir zabıta vakasıdır”55 diye beyanat vermesine rağmen Bediüzzaman ve 120 Nur talebesi askeri araçlara bindirilerek Eskişehir hapishanesine gönderildiler.
Eskişehir hapishanesinde tam tecrit edilen Said Nursi’yi bir iki istisna hariç kimseyle görüştürmediler. Sıkıntılı ve zor şartlara rağmen Risale-i Nurların telifi yine devam etmişti. Bediüzzaman, Yirmiyedinci, Yirmisekizinci, Yirmidokuzuncu ve Otuzuncu Lem’alar’ı burada yazdı. Talebeleriyle olan mektuplaşmaları da sürmekteydi. Bu arada sorgu hakimleri araştırmalarına başladılar ve iki ay süren tahkikat sonunda gözaltına alınanların çoğunu serbest bırakmak zorunda kaldılar. Bediüzzaman, vatana ihanet iddiasıyla yargılandığı dava müddetince tutuklu kaldı. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nin 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla, Said Nursi’ye 11 ay hapisle birlikte Kastamonu’da mecburi ikamet, on beş talebesine de altışar ay hapis cezası verildi. Bediüzzaman ve ceza alan talebeleri tutuklu olarak kaldıkları cezaevinde zaten bu süreyi doldurdukları için diğer talebeleri ise beraat ettirildiği için tahliye edilmişlerdi.56
Eskişehir Cezaevi’nden tahliye edilen Bediüzzaman Said Nursi serbest bırakılmayarak, polis gözetimi altında mecburi ikamet için Kastamonu’ya gönderildi. Sürgünün ilk bir ayında polis karakolunun üst katında oturmak zorunda kaldı. Daha sonra yine karakolun tam karşısında ve birkaç metre uzaklıkta bulunan bir eve yerleştirildi. Evinin karakola bakan pencerelerini perdeyle kapatmasına dahi müsaade edilmedi. Tamamen hukuk ve kanun dışı böylesine ağır baskılar altında kalan Said Nursi, burada da Risale-i Nurun telifine ara vermedi. Fırsat buldukça kırlara çıkıyor, tabiatla baş başa kalarak tefekkür ve dua ile kendisine ihsan edilen feyizli manaları kitaplaştırıyordu. Birinci Şua olan İşarat-ı Kur’aniye Risalesi, İkinci Şua, Üçüncü Şua olan Münacaat Risalesi, Dördüncü Şua olan Hasbiye Risalesi ve Altıncı Şua ile Ayet-ül Kübra Risalesi (7. Şua) burada yazıldı.
Kastamonu’da da Bediüzzaman’ın etrafını yeni talebeleri almaya başlamıştı. Ancak, kendisini ziyarete gelenler karakola çekilip sorgulanıyor, görüşmeleri engelleniyordu. Bütün bunlara rağmen Risale-i Nurları okuyarak imanlarını kurtaran insanlar Risaleleri okumaya devam ediyor, yazıyor ve iman hakikatlerini muhtaç olanlara anlatıyorlardı. Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin bütün hedefi ve programı insanların imanlarını kurtarmaktı. Bütün kuvvetleriyle dünyaya çalışan muhalifleri ise buna bir anlam veremiyor; “mutlaka gizli bir teşkilat kurmak için uğraşıyor” diye evhamlanıyorlardı. Onu rejim için tehlikeli bulanlar yeni bir plan hazırlığı içindeydiler. Denizli-Çivril’de, Atıf Egemen ve birkaç arkadaşında bulunan Beşinci Şua Risalesi bahane edilerek yine tevkifler yapıldı. Ankara’nın emriyle Denizli Valisi bütün vilayetlere bilgi verdi, özellikle Kastamonu ve Isparta Valiliklerine şifreli telgraflar gönderdi. Isparta’da çok ciddi bir şekilde aramalar ve soruşturmalar yapıldı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Rüştü Saraçoğlu ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel Denizli, Isparta ve Kastamonu’daki gelişmeleri yakından takip ediyorlar, gerektikçe müdahalelerde bulunuyorlardı.57
Bediüzzaman, 20 Eylül 1943’de Isparta savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklandı. Ağır hasta olmasına rağmen 3 Ekim 1943 tarihinde Isparta’ya gönderildi. Askeri konvoy eşliğinde karayoluyla Çankırı üzerinden Ankara’ya getirildi. Ankara’da daha önceden tutulan ve otel görevlisi kılığına girmiş polislerle doldurulan Kastamonu Oteli’ne yerleştirildi. Bu arada Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, Said Nursi’yi Valiliğe çağırtarak sarığını çıkarıp şapkayı giymesini istedi. Hatta elindeki şapkayı zorla giydirmek için teşebbüste bulundu. Ancak Bediüzzaman, boynunu işaret edip; “Bu sarık bu başla beraber çıkar” diyerek sarığını çıkarmayı reddetti. Bu tartışmanın yaşandığı akşam Bediüzzaman, trenle Ankara’dan Isparta’ya geldi. Sorgulamalar başladığında Risale-i Nur ile ilgili davaların Denizli’deki davayla birleştirilmesi kararı alındı. Bediüzzaman ile birlikte Isparta, Kastamonu ve Denizli’deki Nur talebelerinin de 25 Ekim 1943’te Denizliye sevk edilmeleri istendi.
Denizli hapsi yine tecrit altında başladı. Çok zor şartlar altında geçen yeni hapishane dönemi ve yargılama safhalarında da Bediüzzaman, Risale-i Nur’un telifine devam etti. Asa-yı Musa mecmuasının bir parçası ve Onbirinci Şua olan Meyve Risalesi, Onikinci ve Onüçüncü Şualar Denizli hapishanesinin meyvesi oldu. Bu arada cezaevindeki Nur Talebeleri sayesinde Risale-i Nurla tanışan mahkumlar bambaşka birer insan olmakta, böylece hapishaneler birer ilim-irfan mektebine dönmekte ve ıslah vazifesini yerine getirmeye başlamaktaydı.
Aylar sonra, 15 Haziran 1944 günü Mahkeme kararını verdi: Berat ve tahliye.58 Tahliye edilen Nur Talebelerine Denizli halkı sahip çıktı ve evlerinde misafir ettiler. Bediüzzaman ise Şehir Palas Oteline yerleşti ve yaklaşık bir buçuk ay kadar Denizli’de kaldı. Ankara’daki CHP hükümeti Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararına rağmen, Said Nursi’nin Afyon’un Emirdağ ilçesinde zorunlu iskana tabi tutulmasını emretti ve daha önce Kastamonu’ya aldığı nüfus kaydını bu defa Emirdağ’a nakletti.
Emirdağ’a gelen Bediüzzaman, hükümet binasının karşısında bir odaya yerleştirildi. Camiye gitmesine bile müsaade edilmediği, devamlı takip ve tarassuda tabi tutulduğu Emirdağ sürgünü, Bediüzzaman’a Denizli hapishanesini bile aratıyordu. Ziyaretçilerle görüşmesi yasaklanan Bediüzzaman, Emirdağ’da üç kere de zehirlenme tehlikesi atlatmıştı. Hukuki ve kanuni yollardan Bediüzzaman’ı alt edemeyen muhalifleri onu zehirleyerek imha etmek istemiş, hayatı boyunca yirmi üç defa denenecek bu teşebbüslerin üçü Emirdağ’da gerçekleşmişti. Defalarca zehirlendiği halde Allah’ın inayetiyle mutlak ölümden her defasında kurtulan Bediüzzaman, bu ömürlerin verdiği ızdırabı ömrü boyunca yaşayacaktı.
Bu zulümler ve olumsuzluklar yaşanırken Risale-i Nurların telifi devam ediyor ve sıkıntıları hafifletecek sevindirici gelişmeler oluyordu. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 30 Aralık 1944 tarihinde verdiği kararla, savcı tarafından temyiz edilen Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararını onayladı. Diğer bir gelişme ise artık Risale-i Nurların teksir makinesi ile çoğaltılması imkanının doğması idi. 1946 yılında Karaköy’de bir ithalatçı firma tarafından Türkiye’ye getirilen ilk teksir makinelerinden üç tanesini Nur Talebeleri almış, Isparta ve İnebolu’da Risaleler teksir edilmeye başlamıştı. Ayrıca, 1947 yılında Haccın sınırlı da olsa serbest bırakılması sonucu, Hacca gidenler yanlarında götürdükleri Risalelerle, Nurların İslam alemine yayılmasına vesile olmuşlardı. Öte yandan İnebolu’da yeni yazı ile teksir edilen “Asa-yı Musa” ve baskısı yapılan “Gençlik Rehberi” gibi Risaleler, Hıristiyan misyonerlere verilmiş ve Risale-i Nurlar Amerika’ya kadar gönderilmişti. Böylece ilk defa Risale-i Nur’lar dünyaya açılıyordu.
Her geçen gün Risale-i Nurların yaygınlaşarak muhtaçlara ulaşması Hükümeti yine rahatsız etmeye başlamıştı. 17 Ocak 1948 günü Said Nursi ve on beş talebesi evlerinden ve işyerlerinden alınarak Afyon il merkezine götürüldüler. Bir hafta kadar Emniyet Oteli’nde bekletilerek sorgulamaları yapıldı ve tevkif edilerek cezaevine konuldular. Bu defa değişik illerden 48 Nur Talebesi Afyon’a toplatılmıştı. Soruşturmayı tamamlayan savcılar ve sorgu hakimliği dosyayı Ağır Ceza Mahkemesi’ne havale etti.
Nur Talebeleri, daha önce Denizli mahkemesinde; gizli cemiyet kurma, rejim aleyhinde olma, inkılapları kabul etmeme, Mustafa Kemal’i tahkir vb. iddialarla yargılanıp beraat kararı almalarına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde de bu iddialarla yargılandılar. Bir yandan mahkeme devam ederken bir yandan da Afyon cezaevinde mevkuf bulunan Bediüzzaman ve talebelerine yapılan baskılar artıyordu. Artık hasta ve yetmiş yaşında olan Said Nursi, 60 kişilik büyük bir koğuşta tek başına bırakılmış, soğuk kış gecelerinde odanın kırık penceresi buz tutmasına rağmen başka bir yere nakledilmemiş ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi birkaç defa da burada zehirlenmişti. Cezaevi tabibi, güya salgın hastalıktan korumak için aşılama bahanesiyle damarına en kuvvetli zehirlerden şırınga ediyordu. Zehirin etkisiyle ateşler içinde sancıyla kıvranan Bediüzzaman, yalnız ve soğuk koğuşunda kimseyle görüştürülmüyor, hapishanedeki talebelerinin onu ziyaret etmesine bile müsaade edilmiyordu. Ancak, Nur Talebeleri burada da hapishaneyi Medreseye dönüştürmeyi başarmışlardı. Mahkumlara Kur’an-ı Kerim ve Risale-i Nur dersleri vererek onlardan bir çoğunun ıslahını sağlamışlardı. Bütün ağır ve zor şartlara rağmen Bediüzzaman yazmaya devam ediyor, Ondördüncü ve Onbeşinci Şuaları burada yazarak Risale-i Nurların telifini tamamlıyordu.
Ve nihayet mahkeme, 6 Aralık 1948 tarihinde Said Nursi hakkında 20 ay ağır hapis cezasına hükmetti. Karar temyiz edildi ve Yargıtay, kararı Bediüzzaman’ın lehine bozdu. Yargıtay’ın bozma kararına rağmen Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak, 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağladı. Hak etmediği cezanın süresini tutukluluk haliyle dolduran Said Nursi, 20 Eylül 1949’da serbest bırakıldı. Ancak Ankara’dan gelen emirle Afyon’da polis gözetiminde, mecburi iskana tabi tutulması gerekiyordu. Bu gözetim tam 72 gün sürdü. Nihayet 28 Aralık 1949 tarihinde Emirdağ’a dönebildi.
Mecburi ikamet yeri olan Emirdağ’a gelen Said Nursi’ye, Emirdağ Kaymakamı hiç beklemediği bir tebliğde bulundu. Hükümet, Bakanlar Kurulu kararı ile Bediüzzaman’a günlük olarak iki buçuk lira tayinat bedeli ödenmesi, kendi istediği tarzda müstakil bir ev yapılması ve ayrıca diğer harcamaları için de hatırı sayılır miktarda bir paranın tahsis edilmesi için Emirdağ Kaymakamlığı’na talimat vermişti. Daha önceleri olduğu gibi bu defa ki tahsisatı da reddeden Bediüzzaman, yine rahat bırakılmayacaktı. Bu hususu talebeleriyle istişare eden Bediüzzaman, bir mektubunda kendisine yapılan baskıların en önemli üç nedeninden biri olarak, bu tahsisatları reddetmesini zikretmekteydi.59
Dipnotlar:
45. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1994, s. 254.
46. Beyannamenin metni için bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Bediüzzaman Said Nursi: Tarihçe-i Hayatı, Germany 1994.
47. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 387; Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Germany 1994, s. 214.
48. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s. 439.
49. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Germany 1994, s. 314.
50. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C. 1
,
Demokrat Parti Devri
Bediüzzaman, 14 Mayıs 1950’de başlayan Demokrat Parti devrini, 23 Ağustos 1953’e kadar kaldığı Emirdağ’da karşılamıştı. Halkın yüzde yetmişinin oyunu alarak Mecliste ezici bir çoğunlukla hükümet olan Demokrat Parti devrinde yine tam anlamıyla rahat bir hayat geçirmedi. Daha önce kendisine her nevi zulmü reva görmüş olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin saldırı ve iftiraları, çok partili demokratik hayata geçildikten sonra Demokrat Partiyi desteklediği için yine devam etti. CHP yanlısı yarı resmi gazeteler, sık sık aslı olmayan haberler ve iftiraya dayalı abartılı propagandalarla karalama kampanyasına devam ettiler. Bununla, hem insanları Risale-i Nurlardan uzaklaştırmayı hem de iktidardaki Demokrat Parti’yi yıpratmayı hedefliyorlardı. Bir yandan Demokratların Risale-i Nurlara karşı cephe almasını sağlamaya çalışıyorlar, bir yandan da baskı yapmaya sevk ettikleri Demokratlarla Nur talebelerinin arasını açmaya çalışıyorlardı. Diğer taraftan da mahkemeler dava açmaya devam ediyordu. 1951 yılında Emirdağ’da şapka meselesinden Bediüzzaman’a bir dava açılmış ve ifadesi alınmıştı. Bundan hemen bir yıl sonra da İstanbul’da, Gençlik Rehberi adlı kitabı hakkında bir dava daha açılmıştı. Bediüzzaman bu davanın duruşmasına katılmak için İstanbul’a gitti. Sirkeci’deki Akşehir Palas Oteli’ne yerleşti.
O yıllarda adliye binası olarak hizmet veren ve bugün Büyük Postane olarak anılan binada, 22 Ocak 1952 tarihinde yapılan duruşmaya katıldı. Bu duruşma ertesi gün bir gazetede “Seksenlik Pirin Duruşması”60 başlığıyla yer almıştı. Yargılamaya 19 Şubat 1952 tarihinde yapılan ikinci bir duruşmayla devam edildi. Duruşmayı kalabalık bir topluluk da izlemişti. Celse sonunda izleyenlerin alkışları arasında salondan ayrılan Said Nursi, ikindi namazını kılmak için Sultanahmet Camii’ne gitti. 5 Mart 1952’de yapılan son duruşmada, dava konusu kitabın 1943 yılında Denizli mahkemesinden beraat kararı aldığı ve bu kararın da Yargıtay’ca onaylanmış olduğu anlaşıldığından mahkeme heyeti, men-i muhakeme kararı vererek davayı sonuca bağladı. Mahkeme salonundaki kalabalık dinleyici grubu, kararı yine alkışlarla karşıladı.
Gençlik Rehberi Davası’nın beraatle sonuçlanmasının ardından İstanbul’dan ayrılan Said Nursi, Emirdağ’a döndü. 1953 yılının bahar mevsimin başında, Eskişehir yoluyla tekrar İstanbul’a gitti ve Beyazıt’taki Marmara Palas oteline yerleşti. İstanbul’da bulunduğu zaman içerisinde Marmara Palas Oteli’nden ayrılarak Fatih, Çarşamba’da ahşap bir eve taşınmıştı. Burada hem risalelerin neşriyatıyla meşgul oluyor, hem de İstanbul’da kısa gezintilere çıkarak bazı ziyaretlerde bulunuyordu. O yıl İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümüydü. Bediüzzaman, fetih yıldönümü için düzenlenen törende de hazır bulunmuştu. Bu arada Fener Rum Patrikhanesini ziyaret ederek Patrik Athenagoras ile görüştü.61 Bediüzzaman, Ortodoks Rum Patriğine Hazret-i İsa’nın gerçek dinini kabul edip, Hz. Muhammed’in (asm) Peygamber, Kur’an-ı Kerim’in de Allah’ın kitabı olduğunu tasdik etmeleri halinde, ehl-i necat olacaklarını bildirdi.
İstanbul’da yaklaşık üç ay kadar kalan Bediüzzaman, 1953 yılının ortalarında Emirdağ’a döndü. 23 Ağustos 1953’te de Isparta’ya yerleşmek üzere geldi. Isparta’da açılan bir davanın daha sorgu hakimliğinde iken reddedilmesi ile artık onun hayatında mahkemeler devri kapanmıştı. Ancak, CHP yanlısı komitenin ve gazetelerin Bediüzzaman ve Demokrat Parti aleyhindeki tavırları devam ediyor, aleyhteki propaganda ve baskılar her geçen gün yoğunlaşıyordu. Günlük gazetelerden bütün gelişmeleri takip eden Bediüzzaman ise çektiği telgraflarla Demokratların müsbet icraatlarını tebrik ediyor, talebelerine sık sık yazdığı mektuplarla onlara yardımcı olmalarını tembihliyor ve seçimlerde oy kullanmanın önemi üzerinde durarak, Demokratlara verdiği desteği açıktan açığa ortaya koyuyordu. Bu arada tek parti istibdadından yana olanların çevirdiği entrikaların tuzağına düşmemeleri için de iktidar partisini devamlı ikaz ediyordu.
Bediüzzaman, ezanı asli şekline çevirip, Milli Eğitim müfredatına din derslerini koyup, Kur’an kurslarının açılmasını serbest bırakıp, kapalı olan türbe ve camileri onarıp açarak daha önce yapılan dini tahribatı tamire yönelen Demokrat Parti iktidarıyla bir nebze olsun rahat nefes almıştı. Risale-i Nurlar artık serbestçe her yerde bulunuyor, muhtaçların ellerinde dolaşıyordu. Böylece Bediüzzaman, din düşmanlarına karşı kendisine yapılan bütün haksızlıklara rağmen hukuki bir zeminde kalarak verdiği hukuk savaşından, kelimenin tam anlamıyla zaferle çıkmıştı. Uzun süre devam eden ve sürekli kamuoyunun gündeminde yer alan Bediüzzaman’ın mahkemeleri, Risale-i Nur’un ilanı hükmüne geçmiş, Anadolu insanı aradığını nerede bulacağını bu sayede öğrenmişti. Artık, gençlerin ve mekteplilerin iman hakikatlerinden hakkıyla istifade edebilmesi için yeni yazıyla yazılan Risaleler matbaalarda sürekli basılıyor, yurdun her yanına dağıtılıyor ve her geçen gün imanını onunla kurtaranlara yenileri ekleniyordu. Bu arada Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı talebeleri tarafından kaleme alınmış ve bizzat kendisi tarafından kontrol edildikten sonra gerekli düzeltmeler yapılarak Risale-i Nur Külliyatı’na dahil edilmişti.
Bediüzzaman, bundan sonraki hayatını daha önce sürgün ve mahpus olarak gittiği yerlerdeki dostlarını ziyaretle geçirecekti. Merkez Isparta olmak üzere sık sık kısa seyahatlerle Afyon, Emirdağ, Eskişehir, Eğirdir ve Barla’ya gidiyordu. Eski mekanlarını ziyaret ediyor, dostlarıyla görüşüyor, talebelerine dersler yapıyordu.
2 Aralık 1959’da Ankara’ya yaptığı ziyaret artık Bediüzzaman’ın veda seyahatlerinin başladığını gösteriyordu.
Ankara’da bir gece kalarak dost ve talebeleriyle görüştükten sonra 3 Aralık 1959 günü Ankara’dan Emirdağ’a, oradan da Isparta’ya gitti. Ancak, on beş gün sonra tekrar Emirdağ’a döndü. Konya’daki talebelerinin daveti üzerine 19 Aralık 1959 günü Emirdağ’dan ayrılarak Konya’ya gitti. Burada talebeleriyle görüştü ve Mevlana’nın türbesini ziyaret etti. Aynı gün Isparta’ya gitmek üzere Konya’dan ayrıldı.
Ankara’daki talebeleri yine ısrarla kendisini davet etmekteydiler. Bu ısrarlar üzerine 31 Aralık 1959 günü Ankara’ya geldi. Ancak, bu defa ki gelişi basında tartışmalara yol açtı. Demokrat Partili milletvekillerinin kendisini davet ettiği yönünde asılsız haberler yayınlandı. Said Nursi, bir gece Beyrut Palas Oteli’nde kaldı, ertesi gün İstanbul’a hareket etti. İstanbul’da Divan Yolu’ndaki Piyerloti Otelinde bir gece kalarak talebeleriyle görüşüp vedalaştı ve 3 Ocak 1960 gününün akşamında, Ankara’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. Daha önceki Ankara seyahatlerinde olduğu gibi bu defa da Beyrut Palas Oteli’nde kaldı. Ertesi gün talebeleriyle görüştü ve son dersini yaptı. “Vasiyetnamem Hükmündedir” dediği son dersinde Bediüzzaman; kendi hayatından, sahabelerden ve Resulullahın (a.s.m.) hayatından örnekler vererek, talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet hareket etmelerini, iman hizmetine ihlasla devam ederek asayişi muhafaza etmelerini tavsiye ediyordu.
6 Ocak 1960 günü saat 10:30 sularında Konya’ya gitmek üzere hareket etti. Konya’ya vardığında beklenmedik bir manzarayla karşılaştı. Konya’nın bütün giriş çıkışları tutulmuş, her yerde güvenlik tedbirleri alınmıştı. Bediüzzaman’ın arabasını gören polisler derhal etrafını kuşattılar ve takip etmeye başladılar. Kardeşi Abdülmecit’i ziyaret eden Bediüzzaman, Mevlana’nın türbesini de ziyaret ederek Emirdağ’a gitmek üzere ayrıldı. Emirdağ’da dört gün kaldıktan sonra 11 Ocak’ta tekrar Ankara’ya gitmek için yola çıktı. Ancak bu kez Said Nursi’nin şehir merkezine girişi polis tarafından engellenmişti.62 Yaklaşık otuz yıl boyunca sürgünler ve mahkemeler yoluyla baskı altında tuttuğu, her hareketini çok yakından izlediği ve fakat mahkemelerin suçsuz bularak serbest bıraktığı Bediüzzaman’ın seyahatleri, hükümeti korkutuyordu.
Ankara’ya girmesi engellenen Said Nursi, Emirdağ’a geri döndü. Buradaki bir haftalık ikametinden sonra 20 Ocak günü Isparta’ya gitti ve bir buçuk ay da burada kaldı.
Ramazan ayı geldiğinde, Bediüzzaman ağır hastaydı. Takvimler 19 Mart 1960 tarihini gösteriyordu. Said Nursi, yanındaki talebelerine Urfa’ya gitmek istediğini söyledi. Arabası hazırlandı ve 82 yaşındaki Bediüzzaman ağır hasta haliyle arabanın arka koltuğunda yola çıktı. 20 Mart’ta yağmurlu bir havada başlayan bu yolculuk, onun son yolculuğuydu.
21 Mart günü Urfa’ya ulaşıldığında talebeleri kendisine Halilürrahman Dergahı’nı göstermek istediler. Ama o yürüyemeyecek kadar ağır rahatsızdı. Onu şehrin en iyi oteli olan İpek Palas Oteli’ne yerleştirdiler. Bu arada otele gelen polisler, İçişleri Bakanı’nın emriyle derhal Isparta’ya geri dönmeleri gerektiğini tebliğ ettiler. Bunu duyan halk otelin önüne toplandı. Polis, Bediüzzaman ve yanındaki talebelerinin ısrarla Urfa’dan ayrılmalarını istiyor ve Ankara’nın emrini hatırlatıyordu.63 Bu baskı sürerken Bediüzzaman, 23 Mart 1960 günü, 27 numaralı odada sabaha karşı vefat etti. Hayatı boyunca dayanılması güç acılara ve baskılara maruz kalmasına rağmen hayat tarzıyla bir destan yazan Bediüzzaman, arkasında miras olarak 6000 sayfalık Risale-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur Talebesini bırakmıştı.
Büyük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra Bediüzzaman’ın naaşı Halilürrahman Dergahı’nda kendisine ayrılan türbeye defnedildi. Bediüzzaman’ın ahirete olan yolculuğunu duyan dostları ve talebeleri yurdun dört bir yanından gelerek ziyaret ediyor, dualar okuyor, hatimler indirerek gıyabi cenaze namazı kılıyorlardı. Artık Urfa’dan kalabalıklar hiç eksik olmuyordu.
Bediüzzaman’ın vefatından iki ay sonra 27 Mayıs 1960’da bir hükümet darbesi oluyor, Türkiye’de Demokrat Parti iktidarı boyunca yaşanan demokratik ve İslami gelişmelerden rahatsız olan askeri çevre, iktidara el koyuyordu. Alparslan Türkeş’in liderliğinde kurulan Milli Birlik Komitesi hükümeti, ilk iş olarak geniş çaplı tevkifler başlatarak Demokrat Partinin ileri gelenlerini Yassıada hapishanesine topladıktan sonra, Bediüzzaman’ın kabrinin nakledilmesine karar verdi. Kanuni prosedürü de ihmal etmeyen ihtilal komitesi, Bediüzzaman’ın Konya’da yaşayan kardeşi Abdülmecit Nursi’den bir nakil dilekçesi alarak, 12 Temmuz 1960 gecesi Urfa’daki mezarını kırdırdı. Bediüzzaman’ın naaşı askeri bir uçağa konularak Afyon askeri havaalanında indirildi ve yerini Abdülmecit Nursi’nin de bilmediği bir mezara defnedildi.64 Hayatında iken O’nun varlığını istemeyenler, vefatından sonra da rahat bırakmamışlardı.
Dipnotlar:
60. Hürriyet, 23 Ocak 1952.
61. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 1479.
62. A.g.e., s. 1629, 1635; Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s. 453.
63. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.3, s. 1735, 1739.
64. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1994, s. 454.
s. 457.
51. A.g.e., s. 529-531.
52. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1994, s. 279.
53. “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kâdirdir.” (Rum Sûresi/50.)
54. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C. 2, s. 776.
55. Cumhuriyet, 10 Mayıs 1935.
56. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 832.
57. A.g.e., s. 967.
58. A.g.e., s. 1079.
59. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s. 23.


Demokrat Parti Devri
Bediüzzaman, 14 Mayıs 1950’de başlayan Demokrat Parti devrini, 23 Ağustos 1953’e kadar kaldığı Emirdağ’da karşılamıştı. Halkın yüzde yetmişinin oyunu alarak Mecliste ezici bir çoğunlukla hükümet olan Demokrat Parti devrinde yine tam anlamıyla rahat bir hayat geçirmedi. Daha önce kendisine her nevi zulmü reva görmüş olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin saldırı ve iftiraları, çok partili demokratik hayata geçildikten sonra Demokrat Partiyi desteklediği için yine devam etti. CHP yanlısı yarı resmi gazeteler, sık sık aslı olmayan haberler ve iftiraya dayalı abartılı propagandalarla karalama kampanyasına devam ettiler. Bununla, hem insanları Risale-i Nurlardan uzaklaştırmayı hem de iktidardaki Demokrat Parti’yi yıpratmayı hedefliyorlardı. Bir yandan Demokratların Risale-i Nurlara karşı cephe almasını sağlamaya çalışıyorlar, bir yandan da baskı yapmaya sevk ettikleri Demokratlarla Nur talebelerinin arasını açmaya çalışıyorlardı. Diğer taraftan da mahkemeler dava açmaya devam ediyordu. 1951 yılında Emirdağ’da şapka meselesinden Bediüzzaman’a bir dava açılmış ve ifadesi alınmıştı. Bundan hemen bir yıl sonra da İstanbul’da, Gençlik Rehberi adlı kitabı hakkında bir dava daha açılmıştı. Bediüzzaman bu davanın duruşmasına katılmak için İstanbul’a gitti. Sirkeci’deki Akşehir Palas Oteli’ne yerleşti.
O yıllarda adliye binası olarak hizmet veren ve bugün Büyük Postane olarak anılan binada, 22 Ocak 1952 tarihinde yapılan duruşmaya katıldı. Bu duruşma ertesi gün bir gazetede “Seksenlik Pirin Duruşması”60 başlığıyla yer almıştı. Yargılamaya 19 Şubat 1952 tarihinde yapılan ikinci bir duruşmayla devam edildi. Duruşmayı kalabalık bir topluluk da izlemişti. Celse sonunda izleyenlerin alkışları arasında salondan ayrılan Said Nursi, ikindi namazını kılmak için Sultanahmet Camii’ne gitti. 5 Mart 1952’de yapılan son duruşmada, dava konusu kitabın 1943 yılında Denizli mahkemesinden beraat kararı aldığı ve bu kararın da Yargıtay’ca onaylanmış olduğu anlaşıldığından mahkeme heyeti, men-i muhakeme kararı vererek davayı sonuca bağladı. Mahkeme salonundaki kalabalık dinleyici grubu, kararı yine alkışlarla karşıladı.
Gençlik Rehberi Davası’nın beraatle sonuçlanmasının ardından İstanbul’dan ayrılan Said Nursi, Emirdağ’a döndü. 1953 yılının bahar mevsimin başında, Eskişehir yoluyla tekrar İstanbul’a gitti ve Beyazıt’taki Marmara Palas oteline yerleşti. İstanbul’da bulunduğu zaman içerisinde Marmara Palas Oteli’nden ayrılarak Fatih, Çarşamba’da ahşap bir eve taşınmıştı. Burada hem risalelerin neşriyatıyla meşgul oluyor, hem de İstanbul’da kısa gezintilere çıkarak bazı ziyaretlerde bulunuyordu. O yıl İstanbul’un fethinin 500. yıl dönümüydü. Bediüzzaman, fetih yıldönümü için düzenlenen törende de hazır bulunmuştu. Bu arada Fener Rum Patrikhanesini ziyaret ederek Patrik Athenagoras ile görüştü.61 Bediüzzaman, Ortodoks Rum Patriğine Hazret-i İsa’nın gerçek dinini kabul edip, Hz. Muhammed’in (asm) Peygamber, Kur’an-ı Kerim’in de Allah’ın kitabı olduğunu tasdik etmeleri halinde, ehl-i necat olacaklarını bildirdi.
İstanbul’da yaklaşık üç ay kadar kalan Bediüzzaman, 1953 yılının ortalarında Emirdağ’a döndü. 23 Ağustos 1953’te de Isparta’ya yerleşmek üzere geldi. Isparta’da açılan bir davanın daha sorgu hakimliğinde iken reddedilmesi ile artık onun hayatında mahkemeler devri kapanmıştı. Ancak, CHP yanlısı komitenin ve gazetelerin Bediüzzaman ve Demokrat Parti aleyhindeki tavırları devam ediyor, aleyhteki propaganda ve baskılar her geçen gün yoğunlaşıyordu. Günlük gazetelerden bütün gelişmeleri takip eden Bediüzzaman ise çektiği telgraflarla Demokratların müsbet icraatlarını tebrik ediyor, talebelerine sık sık yazdığı mektuplarla onlara yardımcı olmalarını tembihliyor ve seçimlerde oy kullanmanın önemi üzerinde durarak, Demokratlara verdiği desteği açıktan açığa ortaya koyuyordu. Bu arada tek parti istibdadından yana olanların çevirdiği entrikaların tuzağına düşmemeleri için de iktidar partisini devamlı ikaz ediyordu.
Bediüzzaman, ezanı asli şekline çevirip, Milli Eğitim müfredatına din derslerini koyup, Kur’an kurslarının açılmasını serbest bırakıp, kapalı olan türbe ve camileri onarıp açarak daha önce yapılan dini tahribatı tamire yönelen Demokrat Parti iktidarıyla bir nebze olsun rahat nefes almıştı. Risale-i Nurlar artık serbestçe her yerde bulunuyor, muhtaçların ellerinde dolaşıyordu. Böylece Bediüzzaman, din düşmanlarına karşı kendisine yapılan bütün haksızlıklara rağmen hukuki bir zeminde kalarak verdiği hukuk savaşından, kelimenin tam anlamıyla zaferle çıkmıştı. Uzun süre devam eden ve sürekli kamuoyunun gündeminde yer alan Bediüzzaman’ın mahkemeleri, Risale-i Nur’un ilanı hükmüne geçmiş, Anadolu insanı aradığını nerede bulacağını bu sayede öğrenmişti. Artık, gençlerin ve mekteplilerin iman hakikatlerinden hakkıyla istifade edebilmesi için yeni yazıyla yazılan Risaleler matbaalarda sürekli basılıyor, yurdun her yanına dağıtılıyor ve her geçen gün imanını onunla kurtaranlara yenileri ekleniyordu. Bu arada Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı talebeleri tarafından kaleme alınmış ve bizzat kendisi tarafından kontrol edildikten sonra gerekli düzeltmeler yapılarak Risale-i Nur Külliyatı’na dahil edilmişti.
Bediüzzaman, bundan sonraki hayatını daha önce sürgün ve mahpus olarak gittiği yerlerdeki dostlarını ziyaretle geçirecekti. Merkez Isparta olmak üzere sık sık kısa seyahatlerle Afyon, Emirdağ, Eskişehir, Eğirdir ve Barla’ya gidiyordu. Eski mekanlarını ziyaret ediyor, dostlarıyla görüşüyor, talebelerine dersler yapıyordu.
2 Aralık 1959’da Ankara’ya yaptığı ziyaret artık Bediüzzaman’ın veda seyahatlerinin başladığını gösteriyordu.
Ankara’da bir gece kalarak dost ve talebeleriyle görüştükten sonra 3 Aralık 1959 günü Ankara’dan Emirdağ’a, oradan da Isparta’ya gitti. Ancak, on beş gün sonra tekrar Emirdağ’a döndü. Konya’daki talebelerinin daveti üzerine 19 Aralık 1959 günü Emirdağ’dan ayrılarak Konya’ya gitti. Burada talebeleriyle görüştü ve Mevlana’nın türbesini ziyaret etti. Aynı gün Isparta’ya gitmek üzere Konya’dan ayrıldı.
Ankara’daki talebeleri yine ısrarla kendisini davet etmekteydiler. Bu ısrarlar üzerine 31 Aralık 1959 günü Ankara’ya geldi. Ancak, bu defa ki gelişi basında tartışmalara yol açtı. Demokrat Partili milletvekillerinin kendisini davet ettiği yönünde asılsız haberler yayınlandı. Said Nursi, bir gece Beyrut Palas Oteli’nde kaldı, ertesi gün İstanbul’a hareket etti. İstanbul’da Divan Yolu’ndaki Piyerloti Otelinde bir gece kalarak talebeleriyle görüşüp vedalaştı ve 3 Ocak 1960 gününün akşamında, Ankara’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. Daha önceki Ankara seyahatlerinde olduğu gibi bu defa da Beyrut Palas Oteli’nde kaldı. Ertesi gün talebeleriyle görüştü ve son dersini yaptı. “Vasiyetnamem Hükmündedir” dediği son dersinde Bediüzzaman; kendi hayatından, sahabelerden ve Resulullahın (a.s.m.) hayatından örnekler vererek, talebelerine istikametten ayrılmamalarını, müspet hareket etmelerini, iman hizmetine ihlasla devam ederek asayişi muhafaza etmelerini tavsiye ediyordu.
6 Ocak 1960 günü saat 10:30 sularında Konya’ya gitmek üzere hareket etti. Konya’ya vardığında beklenmedik bir manzarayla karşılaştı. Konya’nın bütün giriş çıkışları tutulmuş, her yerde güvenlik tedbirleri alınmıştı. Bediüzzaman’ın arabasını gören polisler derhal etrafını kuşattılar ve takip etmeye başladılar. Kardeşi Abdülmecit’i ziyaret eden Bediüzzaman, Mevlana’nın türbesini de ziyaret ederek Emirdağ’a gitmek üzere ayrıldı. Emirdağ’da dört gün kaldıktan sonra 11 Ocak’ta tekrar Ankara’ya gitmek için yola çıktı. Ancak bu kez Said Nursi’nin şehir merkezine girişi polis tarafından engellenmişti.62 Yaklaşık otuz yıl boyunca sürgünler ve mahkemeler yoluyla baskı altında tuttuğu, her hareketini çok yakından izlediği ve fakat mahkemelerin suçsuz bularak serbest bıraktığı Bediüzzaman’ın seyahatleri, hükümeti korkutuyordu.
Ankara’ya girmesi engellenen Said Nursi, Emirdağ’a geri döndü. Buradaki bir haftalık ikametinden sonra 20 Ocak günü Isparta’ya gitti ve bir buçuk ay da burada kaldı.
Ramazan ayı geldiğinde, Bediüzzaman ağır hastaydı. Takvimler 19 Mart 1960 tarihini gösteriyordu. Said Nursi, yanındaki talebelerine Urfa’ya gitmek istediğini söyledi. Arabası hazırlandı ve 82 yaşındaki Bediüzzaman ağır hasta haliyle arabanın arka koltuğunda yola çıktı. 20 Mart’ta yağmurlu bir havada başlayan bu yolculuk, onun son yolculuğuydu.
21 Mart günü Urfa’ya ulaşıldığında talebeleri kendisine Halilürrahman Dergahı’nı göstermek istediler. Ama o yürüyemeyecek kadar ağır rahatsızdı. Onu şehrin en iyi oteli olan İpek Palas Oteli’ne yerleştirdiler. Bu arada otele gelen polisler, İçişleri Bakanı’nın emriyle derhal Isparta’ya geri dönmeleri gerektiğini tebliğ ettiler. Bunu duyan halk otelin önüne toplandı. Polis, Bediüzzaman ve yanındaki talebelerinin ısrarla Urfa’dan ayrılmalarını istiyor ve Ankara’nın emrini hatırlatıyordu.63 Bu baskı sürerken Bediüzzaman, 23 Mart 1960 günü, 27 numaralı odada sabaha karşı vefat etti. Hayatı boyunca dayanılması güç acılara ve baskılara maruz kalmasına rağmen hayat tarzıyla bir destan yazan Bediüzzaman, arkasında miras olarak 6000 sayfalık Risale-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur Talebesini bırakmıştı.
Büyük bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra Bediüzzaman’ın naaşı Halilürrahman Dergahı’nda kendisine ayrılan türbeye defnedildi. Bediüzzaman’ın ahirete olan yolculuğunu duyan dostları ve talebeleri yurdun dört bir yanından gelerek ziyaret ediyor, dualar okuyor, hatimler indirerek gıyabi cenaze namazı kılıyorlardı. Artık Urfa’dan kalabalıklar hiç eksik olmuyordu.
Bediüzzaman’ın vefatından iki ay sonra 27 Mayıs 1960’da bir hükümet darbesi oluyor, Türkiye’de Demokrat Parti iktidarı boyunca yaşanan demokratik ve İslami gelişmelerden rahatsız olan askeri çevre, iktidara el koyuyordu. Alparslan Türkeş’in liderliğinde kurulan Milli Birlik Komitesi hükümeti, ilk iş olarak geniş çaplı tevkifler başlatarak Demokrat Partinin ileri gelenlerini Yassıada hapishanesine topladıktan sonra, Bediüzzaman’ın kabrinin nakledilmesine karar verdi. Kanuni prosedürü de ihmal etmeyen ihtilal komitesi, Bediüzzaman’ın Konya’da yaşayan kardeşi Abdülmecit Nursi’den bir nakil dilekçesi alarak, 12 Temmuz 1960 gecesi Urfa’daki mezarını kırdırdı. Bediüzzaman’ın naaşı askeri bir uçağa konularak Afyon askeri havaalanında indirildi ve yerini Abdülmecit Nursi’nin de bilmediği bir mezara defnedildi.64 Hayatında iken O’nun varlığını istemeyenler, vefatından sonra da rahat bırakmamışlardı.
Dipnotlar:
60. Hürriyet, 23 Ocak 1952.
61. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.2, s. 1479.
62. A.g.e., s. 1629, 1635; Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Germany 1994, s. 453.
63. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi: Mufassal Tarihçe-i Hayatı, İstanbul 1990, C.3, s. 1735, 1739.
64. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1994, s. 454.